"İnsanlar gülüyordu" de.
Trende, vapurda, otobüste.
Yalan da olsa hoşuma gidiyor,
Söyle.
Hep kahır, hep kahır, hep kahır.
Bıktım be...
Beşiktaş'ı düşünürken bazen Nazım Hikmet'in 'Bana İstanbul'u Anlat' şiirinin bu bölümü çınlar kulaklarımızda. Cem Karaca'nın sesinden elbette. Ama "bıktım be" kısmını yutarız. Diyemeyiz içimizden bile. Şairleri İstanbul'a aşık eden ne varsa dökülürken satırlara, çeşit çeşit biçimde, yıllar geçtikçe noktalama işaretleri, parantezler ve cümle düşüklükleriyle dolar bu anlatım biçimi. Azalan her şey gibi, bozulan her yer gibi. Yine de kuytularda ferah bir nefes veren güzelliğini ararız. İstanbul'un da, hayatın da, Beşiktaş'ın da...
En son İnönü'de yan yan izlediğimiz maçlarda birbirimize paslardık maç yazılarını. "Kazanırsak sen, kaybedersek ben yazarım" diye. Kahırını yazmak daha mı kolay yoksa biz mutsuzluğuna mı alışmışız bir süredir bilemiyorum. Yıkılan statla beraber buralara gömmüşüz ne var ne yoksa. Beşiktaş sahaya gömerken rakiplerini biz kalemlerimizin kapaklarını açmamışız. "Şampiyon Kartal yazdıracağız" diye bağırırken gecelerce, burayı es geçmişiz. İstanbul mudur, yaş mıdır, hayat koşturmacası mıdır, 140 karakter midir bizi alıkoyan? Yoksa insanların düşen suratlarını sayfalara dökebilirken gülen gözlere bakmaktan mı çekiniyoruz? Üstelik yalan da değilken.
Bir önceki yazıda yeni sttaki ilk güne dair düşünceler mevcut. Üzerine nice maçlar sonrasında kazanılan iki şampiyonluğun sığdığı aylar geçmiş. Motorları boğazın maviliklerine sürmüşüz beraber. Gökyüzüne mermiler atılmasa da (tercihen), şarkılarımızla çınlatmışız dört bir yanı, bayraklarla donatmışız evi, sokağı, hanı.
Sonsuz bir mutluluk yok elbette. Yine düşeceğiz, yine kahrolacağız ama bıkmayacağız. Adım adım yürüyüp, satır satır yazacağız seni. Kah gözyaşlarıyla, kah kahkahalarla...
Trende, vapurda, otobüste.
Yalan da olsa hoşuma gidiyor,
Söyle.
Hep kahır, hep kahır, hep kahır.
Bıktım be...
Beşiktaş'ı düşünürken bazen Nazım Hikmet'in 'Bana İstanbul'u Anlat' şiirinin bu bölümü çınlar kulaklarımızda. Cem Karaca'nın sesinden elbette. Ama "bıktım be" kısmını yutarız. Diyemeyiz içimizden bile. Şairleri İstanbul'a aşık eden ne varsa dökülürken satırlara, çeşit çeşit biçimde, yıllar geçtikçe noktalama işaretleri, parantezler ve cümle düşüklükleriyle dolar bu anlatım biçimi. Azalan her şey gibi, bozulan her yer gibi. Yine de kuytularda ferah bir nefes veren güzelliğini ararız. İstanbul'un da, hayatın da, Beşiktaş'ın da...
En son İnönü'de yan yan izlediğimiz maçlarda birbirimize paslardık maç yazılarını. "Kazanırsak sen, kaybedersek ben yazarım" diye. Kahırını yazmak daha mı kolay yoksa biz mutsuzluğuna mı alışmışız bir süredir bilemiyorum. Yıkılan statla beraber buralara gömmüşüz ne var ne yoksa. Beşiktaş sahaya gömerken rakiplerini biz kalemlerimizin kapaklarını açmamışız. "Şampiyon Kartal yazdıracağız" diye bağırırken gecelerce, burayı es geçmişiz. İstanbul mudur, yaş mıdır, hayat koşturmacası mıdır, 140 karakter midir bizi alıkoyan? Yoksa insanların düşen suratlarını sayfalara dökebilirken gülen gözlere bakmaktan mı çekiniyoruz? Üstelik yalan da değilken.
Bir önceki yazıda yeni sttaki ilk güne dair düşünceler mevcut. Üzerine nice maçlar sonrasında kazanılan iki şampiyonluğun sığdığı aylar geçmiş. Motorları boğazın maviliklerine sürmüşüz beraber. Gökyüzüne mermiler atılmasa da (tercihen), şarkılarımızla çınlatmışız dört bir yanı, bayraklarla donatmışız evi, sokağı, hanı.
Sonsuz bir mutluluk yok elbette. Yine düşeceğiz, yine kahrolacağız ama bıkmayacağız. Adım adım yürüyüp, satır satır yazacağız seni. Kah gözyaşlarıyla, kah kahkahalarla...