Beşiktaş iki sene üst üste şampiyon olmuş, 1991-1992 sezonuna yine şampiyonluk parolası ile başlamıştı. Ben de iki kere Fenerbahçe Stadı'nda izlediğim takımımı ilk kez kendi evinde ve Beşiktaşlıların arasında izlemek istiyordum. Şenol Güneş'in jübilesinde Trabzon tarafında, Ferdinand'ın müthiş golüyle 1-0 kazandığımız maçı ise Fenerlilerin içinde izlemiştim. Babam işte, mahalledeki çocukları götürünce çoğunluk Fenerli diye o tarafa sokmuştu bizi. O dönemler "Abi, amca beni de sokar mısın?" diye yanaşan ufaklıklar çok olurdu. Hatta babamın velimiz olarak bizi götürdüğü o maçta yanımıza yanaşarak giren veletlerden biri turnikeyi geçer geçmez Beşiktaş tarafına doğru bir koşu kopartmıştı. Hala bizim tribünlerde midir acaba?
Maç Gençlerbirliği'yleydi ve İstanbul'da o gün inanılmaz bir yağmur vardı. Ne yaptıysam annemi ikna edememiştim. "Kapalı tribüne gideceğim" dediysem de kadıncağızın içi elvermedi ve beni iki hafta sonra oynanacak olan maça göndereceği sözüyle ikna ederek ekran başına yollayıverdi. 1-1 biten maça mı üzüleyim, gidemediğime mi yanayım bilememiştim. O iki hafta hayatımda geçen en uzun iki haftaydı. Rakip bu sefer Samsunspor'du. Erkenden Beşiktaş'a geçmiş tek başıma semtte dolanmış ve köfte kokularını içime çekerek devre arasında evde hazırlanmış emek arası kaşarımı yemek üzere stadın yolunu tutmuştum. O iki haftanın uzunluğu kadardı ağaçlı yol, bitmek bilmedi.
Biletimi alıp kapıya geldiğimde kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Sanki Alis Harikalar Diyarı masalındaki kahramandım ve o kapıdan girdikten sonra bir daha hiç çıkmak istemeyeceğimi daha o günden biliyordum. Polis amcalar on dört yaşında bir çocuk olmama rağmen (o zamanlar tribünlerde yaş ortalaması şimdiki gibi değil) aramadan bırakmıyorlar tabi. Elimde tuttuğum poşetten yarıma yakın bir ekmek arasının yanı sıra irice bir elma ve muz çıkmıştı. Utanmadım değil. Muza takılmayan polis elma için yorumda bulunarak "Bu ne lan? Sahaya atsan hakemin kafası yarılır" deyince hart diye ısırmıştım elmayı. "Neden atayım mis gibi elmayı, yerime geçene kadar bitiririm ben bunu" deyip merdivenleri çıkmaya başlamıştım.
Yirmi yılı aşkın çıktım o merdivenleri ve sahanın yeşilliğini her gördüğümde içim içime sığmadı. Kapalının üst katında en önlerde duruyordum tek başıma. Maça daha vakit vardı ve gelenler tokalaşıp öpüşürken geçen diyaloglara kulak kabartıyordum. Sanki ben ilk kez gelmiştim de herkes ev sahibiydi. "Ooo Ahmet Abi nasılsın? Yoktun geçen maç?", "Yazlıktan dönmemiştik be oğlum, gelmez miyim yoksa"... "Dolmayacak herhalde bugün?", "Yedi, sekiz bin anca olur...Eee televizyon veriyor ya."... Derken maça dakikalar kala bir kalabalık girdi tribüne. "Herkes iki sıra yukarı kaysın" diyerek sete ve civarına konuşlandı. Çarşı dedikleri onlar olsa gerek diye düşünmüştüm orta sıralara ilerlerken.
İlk golü Beşiktaş yedi. Daha ilk maçımda dakka bir gol bir acıyı tattırmıştı Beşiktaş ama peşine beş attık. O zamanlar sıklıkla atabiliyorduk. Metin var, Şifo var, Feyyaz var. Recep bile uzaktan bir gol attı ki TRT arşivinden zor çıkar, benim bellekten çıkmaz. "Gooooollll" diye haykırıp, ilk kez gördüğüm adamlarla bu sevinci paylaşıp, yüzlerce kere bestelerde 'Beşiktaş'ı dilime dolayıp, siyah-beyaz örgü boynumda güle oynaya stattan çıkmıştım.
Yıllar geçtikçe yine o tribünden bazen güle oynaya, bazense yana yakıla çıkıp gittik hepimiz. Hatta bazı Avrupa maçlarından sonra yeminler edip yüz bin kere o yeminleri bozanları da gördük. Büyüdük o tribünde.Sevinçlerimizle, dertlerimizle yürüdük hep ağaçlı yoldan. Semtte içtik, tribünde söyledik. Oturduk, kalktık, oturanlara kızdık. Meksika yaptık, atkı açtık, soyunduk, dövündük, övündük... Şimdi hepsini bir maça sığdırmak elbette mümkün değil ama sıradan bir lig maçıymışcasına da bakamıyor insan. Gidemediğim bir Gençler maçıyla merhaba diyemediğim stada, tribünlere yine bir Gençler maçıyla güle güle demek koyuyor.
Gönül gelin gibi süslensin istiyor kapalı. Beşiktaş sahaya çıkmadan önce biri çıkıp eliyle 'geliyorlar' işareti versin tribünlere. Rıza olmasa da başlarında, peşi sıra Kara Kartallar çıkarken sahaya konfetilerle göz gözü görmez olsun. Bir bakalım sahanın ortasında olsun ilk on bir. Alen abi sahaya inmiş olsun maç öncesinde, üçlüyle yıkılsın İnönü. Gol olunca sesi Üsküdar'dan duyulsun. 'Beşiktaş'ım benim' söylensin altlı üstlü, "Övünmekte" diye haykıralım Yeni Açık tribüne. Şıngır mıngır sosyeteyi ayağa kaldırıp eşlik ettirelim "Efsane yazdı tarihe Beşiktaş' bestesine. Beleştepe'yle siyah-beyaz çekelim karşılıklı. Süleyman Seba'nın Kapalı'ya girdiği maçtaki gibi küfür etmeden iğneleyelim Fener'i, Cim Bom'u, 'anlayan anlar' diyelim ardından. Tek tek analım eski topçularımızı. Bir tek "Metin, Ali, Feyyaz koysun" ile kalmasın... ve hatta bu İnönü'deki son resmi maç olsun sadece. Esas özel bir maçla veda edilsin İnönü Stadı'na. Siyah Takım-Beyaz Takım oynasın onu da. Yerli yabancı hayatta olup da bir davette koşarak gelecek olan Kartal yürekliler gelip ıslatsın o formaları. Goller oldukça coşalım yine. Hakem uzatma dakikalarını kaldırıp da yaramıza tuz basmasın ama doksanıncı dakikada O girsin bir başkasının yerine. Kollarına girip de getirisinler kalenin önüne. Sağdan gelen tıngır mıngır ortaya dokunup atsın golünü. İnönü'deki ilk gol gibi son gol de O'nun olsun.
Siyah kaybetsin, Beyaz kazansın, Beşiktaş sen hep kalbimizdeki hazansın...
.