16 Haziran 2017 Cuma

Gülüyoruz

"İnsanlar gülüyordu" de.
Trende, vapurda, otobüste.
Yalan da olsa hoşuma gidiyor,
Söyle.
Hep kahır, hep kahır, hep kahır.
Bıktım be...

Beşiktaş'ı düşünürken bazen Nazım Hikmet'in 'Bana İstanbul'u Anlat' şiirinin bu bölümü çınlar kulaklarımızda. Cem Karaca'nın sesinden elbette. Ama "bıktım be" kısmını yutarız. Diyemeyiz içimizden bile. Şairleri İstanbul'a aşık eden ne varsa dökülürken satırlara, çeşit çeşit biçimde, yıllar geçtikçe noktalama işaretleri, parantezler ve cümle düşüklükleriyle dolar bu anlatım biçimi. Azalan her şey gibi, bozulan her yer gibi. Yine de kuytularda ferah bir nefes veren güzelliğini ararız. İstanbul'un da, hayatın da, Beşiktaş'ın da...

En son İnönü'de yan yan izlediğimiz maçlarda birbirimize paslardık maç yazılarını. "Kazanırsak sen, kaybedersek ben yazarım" diye. Kahırını yazmak daha mı kolay yoksa biz mutsuzluğuna mı alışmışız bir süredir bilemiyorum. Yıkılan statla beraber buralara gömmüşüz ne var ne yoksa. Beşiktaş sahaya gömerken rakiplerini biz kalemlerimizin kapaklarını açmamışız. "Şampiyon Kartal yazdıracağız" diye bağırırken gecelerce, burayı es geçmişiz. İstanbul mudur, yaş mıdır, hayat koşturmacası mıdır, 140 karakter midir bizi alıkoyan? Yoksa insanların düşen suratlarını sayfalara dökebilirken gülen gözlere bakmaktan mı çekiniyoruz? Üstelik yalan da değilken.

Bir önceki yazıda yeni sttaki ilk güne dair düşünceler mevcut. Üzerine nice maçlar sonrasında kazanılan iki şampiyonluğun sığdığı aylar geçmiş. Motorları boğazın maviliklerine sürmüşüz beraber. Gökyüzüne mermiler atılmasa da (tercihen), şarkılarımızla çınlatmışız dört bir yanı, bayraklarla donatmışız evi, sokağı, hanı.


Sonsuz bir mutluluk yok elbette. Yine düşeceğiz, yine kahrolacağız ama bıkmayacağız. Adım adım yürüyüp, satır satır yazacağız seni. Kah gözyaşlarıyla, kah kahkahalarla...

21 Şubat 2016 Pazar

O 'İlk Gün'e Dair



Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki.. bazı duygular, ihtiyaçlar, davranışlar bize öyle ya da böyle kabul ettiriliyor. Dışarının baskısı olmasa bile diğer insanlara bakarak kendi davranışlarımızı dönüştürüyoruz hatta yeni davranışlarımızı inanılmaz bir hızla benimsiyor, doğal buluyoruz..

Örneğin ben artık satın aldığım bir şeye gerçekten ihtiyaç duyup duymadığımdan emin olamıyorum. En son ne zaman bir şeye gerçekten ihtiyaç duyarak satın aldım hatırlamıyorum (bu şekilde yazınca sanki dünyalara sahip kelli felli bir adammışım gibi düşünülebilir ama normal, sıradan bir adamım işte). Bizim gibiler için yeni bir telefona, kıyafete, arabaya gerçekten ihtiyaç var mı? Bilmiyorum..

Son günlerde stadın yakınlarındayken aklımdan hep bu düşünceler geçiyor. Gerçekten yeni bir stada ihtiyacımız var mıydı? "Beşiktaş'a kendine yakışan çağdaş bir stat lazım" dediler. Tribünler olası bir depreme dayanıksız mıydı, artık bizi taşımakta zorlanıyor muydu, işin matematiksel bir izahı var mı bilmiyorum. Böyle bir beyan var mıydı hatırlamıyorum da.. Tek aklımda kalan yeni bir stada ihtiyacımız olduğu. Zamanla bu söylemi ben de kabul ettim tabi. "Evet abi lazım"cılardan oldum yıkılma işi netleştikten sonra. Tek korkum aynı yere yapılmama riskiydi. Temel atıldıktan sonra aralarda gidip özellikle baktım yapılan şey bir stat mı gerçekten diye. Tribünler yavaştan belirmeye başlayınca içim rahat etti "tamam en azından semtteyiz bu iyi bir şey" demeye başladım.

Tribünlerden ayrı üçüncü sezonumuzda yeni yerimiz tamamlanmak üzere. İlk yıl 'yıkılıyor'la geçerken ikinci sene 'nasıl olsa bu sene de bitmez' demenin rahatlığıyla geçti. Rahatlığıyla diyorum çünkü bitmeyeceğinden emin olduğum sürece yeni dönemin ilk günüyle yüzleşmeyi de ötelemiş oluyordum. Fakat artık kaçacak yer kalmadı...

Alışkanlıklarımızı, tribünümüzü, semtimizi, taraftar yapımızı yeniden şekillendirecek olan bu yeni stadyuma gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını daha sert biçimde sorgulamaya başladım son dönemde. İşin açığı -başka deyimle- itiraf etmek gerekirse bu yenilikten korkuyorum.
Umduğumu, özlediğimi bulamamaktan korkuyorum. Ruhumuzu kaybetmekten korkuyorum. Bıraktığım gibi olmayacak diye korkuyorum..

Neresinden başlamak lazım bu yeni maceraya karar vermek o kadar zor ki..
Baba Evi belgeseli hep aklımın bir köşesinde oynuyor. Yıllar sonra memlekete geri dönmüş gibi olacağım belki de.. ve ben oralarda yokken memlekettekiler ne kadar değişti ben ne kadar değiştim bilmiyorum.. Birbirimize yeniden alışabilecek miyiz eskisi gibi güzel olacak mı bilmiyorum.. Bilmediğim için de korkuyorum..

O ilk açılış gününde tüm umutlar. Yeniden yeşil sahayı, tribünleri göreceğim ilk günde.
İşte o gün benim için ya 'bize şarkılar yazdıran' armayla geçecek yeni hayatımın ilk günü olacak ya da 'öylesine bir taraftara dönüştüğüm' hayatımın ilk günü..
Kapalı olmayacak, alt-üst olmayacak, eski açık olmayacak, yeni açıktan boğaz gözükmeyecek artık..
Adında bile soğuk, meymenetsiz.. ısrarla o itici saçma 'arena' lafını getirip bıçak gibi dayadılar..

Biz İnönü'yü niye yıktık bilmiyorum..
Artık yağmur yağınca kimse ıslanmayacak belki ama içinde mutlu olamazsak kuru olmak neye yarayacak bilmiyorum..

Bir derin duygusallığımız var ki; hasretle sevmek, hayale tutunmak vuslattan korkmak çizgisinde.. Sevinmek için sevmeyen bu taraftarın başına 'dönüşmüş, çağdaşlaşmış, ranta kurban gitmiş' bir tribünden daha kötü ne gelebilir..

O gün günlerden Beşiktaş olsun, o ilk gün bizim için güzel olsun..
Yeniden eskisi gibi sevebilmek için güneşli, aydınlık bir gün olsun..




Bir Elde Biramız, Bir Elde Rakımız

Sezonun son Beşiktaş maçından eve dönmüştüm. Ligin sona ermesiyle Ağustos ayına kadar hafta sonları evde olacak olmam onu sevindirdiği için yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. O gün maçın kaç kaç bittiğini bile sormamıştı ama şampiyon olmadığımızı biliyordu. Daha Pazartesi gününden Cumartesi-Pazar için planlar yapılmaya başlamışken telefonum çaldı; "Abi maçlar İstanbul'da..."


1997'de üniversite için Eskişehir'e giderken yanımda götürdüklerimden biri de Akmar Pasajı'nın yanındaki Kadıköy Çarşısı'nın en alt katındaki spor mağazalarından birinden aldığım Milan formasıydı. O zamanlar kulüp ürünlerinin satışlarının yapıldığı mağazalar yok. Tuttuğun takımın formasını almak kolay değil. Onun yerine renkleri tutan bir yabancı takımın formasının çakması ile idare ediliyor. Beşiktaş'tan ayrı kalmak koyarken, futbolu ekranlara sığdırmakla kalamayacağım için  yıllarımı geçireceğim şehrin takımının tribünlerine karışacağımı hissederek ben de kırmızı-siyahlı formayı bavula koymuştum.

Yine azınlıktaydık kampüste. Eskişehir'in ayazında boyunlara dolanan siyah-beyazlı atkılardan tanınan Beşiktaşlılara kafamla selam verirken ilk Beşiktaş maçını tesadüfen girdiğim bir kahvede yanyana dizilmiş sandalyeler üzerinde bir elimde çay, diğeriyle sigara dumanından sebep gözlerimden süzülen yaşları sile sile izlemiştim. Çömezdim ve öğrenci mekanını bulamadığım için yerel bir kahvede nüfus kağıdında Eskişehir yazanlarla izliyordum maçı. Yediğimiz bir gol sonrası ağladığımı düşünerek bana dönüp "Üzülme delikanlı, futbol bu. Bak biz nerelere düştük ama yine fırtına gibi eseceğiz ve bir gün döneceğiz bu lige" demişti biri.

Daha sonraları az da olsa Beşiktaşlılarla izleyebileceğim yerleri keşfettim. Daha çok Beşiktaşlı ile tanıştım. Hatta üçüncü sınıfta grup kurarak İstanbul'a ve diğer illere otobüs bile kaldırmaya başlamıştık. Bir yandan Beşiktaş'ı kovalarken, öğrencilik ve maddiyat sebebiyle sürekli gidemediğimden , yeşil çimler ve tribünlere olan  hasretimi dindirmek için de Eskişehir Atatürk Stadı'nda alıyordum soluğu. Kabak çekirdeğimi kendim getirerek, gazete kağıdından şapka yapan amcaların, kıçının altına koyacağı minderi kolunun altında taşıyanların, maç başlayana kadar yanında çocuğunu uyutanların arasında, açık tribünde maçları izlerken gözlerim hep karşı kapalı tribünlerde yer alan bir avuç güruhtaydı. Tüm tezahürat oradan çıkıyor ve kendine özgü besteleriyle fark yaratıyorlardı.

Gel zaman git zaman o güruha ben de dahil oldum. Bir çok arkadaşlık kurdum ve ne sezon açılışlarında pankart bağlamışlığım, ne Kızılcıklı Caddesi'ne bayrak asmalarım kaldı. Beşiktaşlıydım onların arasında ama tribünü seviyorduk hepimiz. Siyahın yanına beyazı koyarken ben, kırmızıydı onların kalplerine giden yollar. Takım çok kötüydü. Maça gelen yoktu. 'Çay parasına bilet' başlığıyla tribüne çağrıda bulunuyordu yerel basın. Belki de işte tam bu zamanda katılıdığım için aralarına en sevdalıları, en delikanlılarıyla tanılmıştım hep. "Arkanızda biz varız, biz taraftarlar. Bitsin artık bu hasret, gelsin başarılar" derken neredeyse Süper Lig'den, bir alt lige, oradan da ikinci lige düşen takım bulunduğu gruptan da aşağılara gidecekti. Gitmedi. Petrolofisi'ni güçlükle yenerek kümede kaldı. Yaşı yeten hangi EsEsli'ye sorsanız Haydar'ın son dakikalarda attığı o günkü golü unutamaz.

Okul biraz geç bittiği için dönem arkadaşlarımı ben uğurlamışken, beni de Eskişehirli bir kardeşim uğurladı terminalden. O şehri, takımını ve tribününü çok sevmiştim. İstanbul'a döndükten sonra da Güngören, Beylerbeyi, Kartal, Maltepe semtlerindeki tribünlerde buluştuk hep onlarla. O dönemki adıyla Bank Asya Ligi'ne çıkışlarıyla da hayaller ümide dönüştü Süper Lig için. İşte o telefon da bu ümidi taşıyanlardan birinin sesiydi. Play-Off maçlarının İstanbul'da olacağını müjdelemek için aramıştı. Yarı final maçı Cuma akşamı Diyarbakır'laydı ve İnönü'deydi.

İşten eve gelip yemeğe oturduk. "Cuma akşamı maça gideceğim" dedim. Anlamsız bir bakışın ardından anlamlı bir soru geldi; "Hani sezon bitmişti?!". Eskişehir'in maçı olduğunu söyleyip detay vermedim. Çünkü her kupa maçına gidişimde şakayla karışık "İnşallah elenirsiniz de bir de hafta içi maçları devam etmez" derdi. Şimdi bunun yarı final olduğunu söylesem koca şehre yazık. Gittik, yedik içtik, hasret giderdik, maçı da aldık döndük eve gecenin bir yarısı. Hanım uyumuştu. Sabah kahvaltısında günü ve yarını planlamaya başlarken ben yine o sihirli cümleyle kesmek zorunda kaldım; "Yarın maça gideceğim"... Anlamsız bakışlara kısa bir sessizlik eşlik ettikten sonra soru da gelmedi peşine. Ben durumu açıklamaya çalıştım; "O yarı finaldi, EsEs kazandı. Yarınki final. Bu sefer gerçekten son" dedikten sonra o sadece "Ne diyeyim ki?" diyebilmişti. Bir kaç dakika sonra farkındalık arttı ve can alıcı soru deldi böğrümü; "Bir dakka, bir dakka... Şimdi bu finalse, bunu kazanınca seneye Fener'le, Galatasaray'la olan maçlarına da mı gideceksin???".

 Gittim. Hayatımda ilk kez İnönü Stadı'nda üç günde iki kere maça gittim. Final maçında yılların pekiştirdiği dostluklar arasında kucaklaşmalarla sevinçlerine ortak oldum. Ertesi senlerdeki Kadıköy ve Samiyen deplasmanlarına gittim. Mezuniyetten altı sene sonra Beşiktaş maçı için Eskişehir'e gittim. Bu Pasolig belası çıkana kadar hep bir vesile ile yer aldım Eskişehirli dostlarımın yanında. Şimdilerde uzaktan bakar olduk. Futbolu masa başından, dev ekranlardan değil, gönülden ve tribünden seven şehirlerin takımlarını Süper Lig'e beklerken, lig sonunda belki de Eskişehir'i tekrar ait olmadığı yere uğurlayacak olmak hiç de kabul edilebilir bir durum değil.


'Eskişehir'de oruç dışında sadece Eskişehirspor tutulur' yazıyordu bir yerde. Ülke genelinde Trabzon ve Eskişehir dışında yaşadığı şehrin takımının taraftar sayısı İstanbul takımlarından çok olan başka bir şehir çıkmamış. Alt liglerde hep Göztepe-Karşıyaka seyirci rekoru konuşulur da EsEs'in Afyon'a çıkartması bilinmez herkes tarafından. Uzak geçmişi başarılar yakın geçmişi sıkıntılarla dolu bu şehrin takımı tekrardan o sıkıntılara düşerek sevenlerini alkole verdirecek mi göreceğiz ama temennimiz keyiften içip şarkılara eşlik etmek, yine onlarla birlikte tabi; "Bir elde biramız, bir elde rakımız, kıyak olacak o gece kafamız".


19 Aralık 2015 Cumartesi

Şampiyon Olsana Yine

Evet şampiyonluklara bağlı değil takıma olan sevgimiz. Bunu hemen hemen her bestenin kıyısında köşesinde dile getirerek tümevarımda 'sevinmek için sevmediğimiz' gerçeğini pekiştiriyoruz. Lafta da kalmıyor bu söylemimiz gerçekten seviyoruz iliklerimize kadar. Yenilince, kaybedince biraz duraksıyoruz ama sonra "Siyah ulan!" diye haykırıyoruz. Beyazı bulana kadar da sevdanın peşinden koşar adım yürüyoruz hep beraber.

Beşiktaş değişik bir takım. Renklerinden midir bilmem, aşkından göğe ulaştırırken, derdinden de yerin dibine sokuyor adamı. Üstünkörü bakıp geçemiyorsun. Ekranın sağ üst köşesinde yazan bir skordan öte alnımıza yazılan bir yazı gibi. Epeydir işler iyi gitmiyordu. Çocukluğumuza denk gelen şampiyonluklar sonrasında uzunca yıllar beklemek zorunda kaldık o kupanın bizimkilerin ellerinde yükselmesi için. Hep biz baktık, ellerin oldu o kupa. Biz de umursamadık; "Bana ne abi, en büyük Beşiktaş!" dedik,çıktık işin içinden. Kaybetmeye de alışmıştık, "Şampiyon olmasan bile, seveceğiz seni yine de", "Ne fark eder Kartal, sen her gün yenilsen", "Sen yenilmişsin umrumda değil ki", "Ömrümüz hep kış oldu, görmedik hiç bahar" besteleri ile sezonu geçirip "Bitmesin dertler" ile final yapıyorduk. Şampiyonluk türküleri bestelenemeden yeni sezona bir başka hasret türküsü ile merhaba diyorduk.

Eskilere çok takılan bir adamım. Yaş geçtikçe daha da takılı kalıyor insan. Dönüp duruyorum hatıralarımda. Ne kaydı var ne kuydu. O zamanlar tribün videoları yok ortalarda dolaşan. Zihnimin kuytu köşelerinde arıyorum her birini. Bir besteyi ezberlemek için radyoya yapışıyor, spikerin sessiz kalması için dua ediyordum. Tam çözemediğim kısmında "orta sahanın rakip yarı alanına bakan diliminde..." diye başlıyordu Ohan Ayhan. Maçlarda 'önce dinle' şeklinde yayılıyordu tezahüratlar ve tekrar izle butonu yok ortada. Kaptın kaptın. İşte o dönemlerde en bilindik ve klasikleşmiş şekliyle "Ne Fener, ne Cim Bom Bom, ne de Trabzon. Bu sene sensin şampiyon" tezahüratı alır götürürdü maçları. İş zora girdi mi "Haydi bastır şanlı Kara Kartal, taraftarın her zaman seninle" diye varlığını hissettirirdi tribün. "Oley! Oley! Haydi haydi gol.." ile coşku verilir, maç giderse anca hakemin bitiş düdüğüyle mağlubiyet kabullenilir ve takım bağırlara basılırdı; "Yenilsen de yensen de taraftarın senle!". Bak onda bile fifty fifty. Kaybetmek ve kazanmak aynı cümle içinde. Bardağın hangi tarafına bakacağını sen seç diyor.

Uzun lafın kısası şampiyonluk yolunda tribünlerin de pozitif enerjiyle sahaya yansıyan bestelere dönmesi gerektiğini düşünüyorum ben. İnanmak başarmanın yarısıdır. Geçen sene dokunacak kadar uzandığımız şampiyonluğu kendi ellerimizle verdik resmen. Bu sene takım daha iyi, daha oturaklı. Ligi koyalım diye diye, kulvarlardan birini de terk ettik. Çifte kupa ile sezonu kapatmamız hiç de sürpriz olmaz. Tıpkı şampiyonluktan koptuğumuz zamanlarda on puan geri düşmemiz gibi. Beşiktaş bu. Ben bu takımın hak ettiğine ve sezon sonunda hak ederek şampiyon olacağına inanıyorum. Varsın olsun bir kenarda beklesin keder. Biz biraz çalıp oynayacağız bu sene. O zaman haydı Beşiktaş; şampiyon olsana yine, seveceğiz seni yine de...

24 Kasım 2015 Salı

Söylesene Bize Hocam

Mustafa Denizli yeniden Galatasaray'ın teknik direktörü oldu. Türk futbolunda hem Milli Takım hem de klüpler bazında görev alarak herkesin hafızasında, kimilerinin de gönlünde yer etmiş bir isim. Beşiktaşlılığıyla bilinen ve Beşiktaş'ı son şampiyon yapan hoca. Üç kulüpte şampiyonluk yaşayan tek spor adamı. Bildiğim kadarıyla üç kez de nikah masasına oturan gönül adamı. Farklı kişiliği, İzmirliliği, tarihe geçen sözleriyle hep kendine ayrı bir yer edinmiş isim.

Galatasaray'ın 'Büyük Mustafa'sı, Fener'in "Mustafa Denizli, şampiyon yap bizi"si, Beşiktaş'ın "Söylesene bize hocam, takım niye oynamıyor"u... Fotospor'un 'Dürülülü Mustafa'sı, Milli Takım'ın 'İçimizdeki İrlandalılar'ı da yeneni. %51 şansı her daim cebinde taşıyan, oynattığı her takıma kazanma arzusunu aşılayan, takımdaşlığa önem veren bir teknik adam. Sarı-Kırmızılılar için doğru bir seçim mi tartışlılır? Zaman gösterecek. Mustafa Hoca'nın rakibimizin başında olmasına üzülen var mıdır bilemiyorum ama kimsede bir çekince yaşatmamıştır kanımca. 2009 senesinde elinin değdiği takıma seneler sonra şampiyonluk yaşatması ve bundaki katkısı elbette reddedilemez. O sene devre arası yapılan iki transfer ve sonrasındaki değişim şampiyonluğa taşımıştı Beşiktaş'ı. İnönü'deki Galatsasaray maçı öncesinde tribüne her çağrılan futbolcu diğerleriyle el ele tutuşarak geliyordu kapalının önüne. Kim çağırılırsa çağırılsın bütün takım geliyordu hep beraber. İşte o an şampiyonluk da geliyordu. İnanmak başarmanın %51'i oluyordu.

Kötü günler de yaşadı elbette. Bir milli maç sonrasında stat içinde, üstelik Beşiktaş'ın eski amigolarından Orhan'dan uçan kafa yiyerek merdivenlerden yuvarlanışının üzerinden on sekiz yıl geçse de olay dün gibi hazıfalarda. Yere yığılan Denizli, ayağa kalktıktan sonra hiç bir şey olmamış gibi gülümseyerek merdivenleri çıkmaya devam etmişti. Hayatta da hep öyle oldu onun için. Gülümseyerek devam etti yoluna. "Hocam, Ali Güneş'i çıkart, Balic'i al" diye işine karışanları elinin tersiyle iterek bildiğini okudu. Yalandan armayı öpenler gibi olmadı hiç. Tribünün önüne kadar gelip gözlerimizin içine bakarak eliyle armayı sevdi. Çalıştığı her takım için o elinden gelenin de en iyisini vermeye çalıştı hep.

14 Aralık Pazartesi akşamı Beşiktaş'ın karşısında ve Galatasaray'ın başında maça çıkacak Mustafa Denizli. Kendisine eski kulübünde açtığı bu yeni sayfada mutluluklar dileriz. Umarım maç öncesi tribünden hocaya bir vefa örneği gösterilerek alkış gelir. Maçı kopartıp da makaraya geçersek de kendisine sorarız; "Söylesene bize hocam, Burak niye hep atlıyor?"

28 Ağustos 2015 Cuma

Gaziantep Deyince Aklıma Geldi..


İnsan kuşkusuz anılarının ve duygularının bir birleşimi. Hal böyle olunca geçmişinde bir yere sahip şehirlerle de yoğun duygusal bağ içindesin, kopamıyorsun.. Yine bir Gaziantep maçı öncesi hayatının altı senesini o şehirde geçirmiş, zamanında Gaziantepspor'un teknik heyetindeki bir çalışandan dayak yemiş biri olarak (Boliç'li zamanlar oyuncuları rahatsız ediyorduk sürekli delirtmiştik adamı) bir kaç satır yazasım geldi..

Ben ilk canlı futbol maçını Gaziantep Kamil Ocak Stadyumu'nda izledim. İlk zamanlar stadyumun üstü kapalı değildi, babamın iş yeri tam stadyumun yanında (fotoğrafta da gözüküyor) olduğundan odasının penceresinden sahanın tamamı görünürdü. Bazen radyoyu kulağıma dayar buradaki pencereden maçları izlerdim. Bir gün okulda Mısır & Türkiye Ümit Milli Maçı için bilet satmaya geldiler. O zaman bizim Oktay Ümit Milli idi, bilet okulda satıldığından (eski parayla 5.000.000 TL) aklımda kalan bunun özel bir organizasyon olduğu. Babamı ankesörlü telefonla arayıp izin istemiştim biraz kem küm etti ama parayı vermeye razı oldu, izini kaptık. Benim Gaziantep'te kaldığım yıllar Metin-Ali-Feyyaz'lı şampiyonluk yıllarıydı. Fakat babam 'sorsan Beşiktaşlı' tipinde maçla alakası olmayan, televizyonda maç olsa karşısında uyuyan, "hangisi bizim takım beyazlılar mı?" diye soran bir adam olduğundan beni o dönem Gaziantep & Beşiktaş maçlarının hiçbirine götürmedi. Şehirdeki şampiyonluk kutlamalarına bile katılmadım. Hatta Beşiktaşlı alt komşu "haydi atla gidelim" dediğinde babam balkondan yok demiş elimde bayrak apartman önünde öylece kalmıştım. Bugün bile düşünürüm; acaba babam o dönemde önümüzdeki 20 yıl içinde Beşiktaş'ın üç kere daha şampiyon olacağını bilse öyle davranır mıydı? Gerçi yıl olmuş 2015 bana hala 'yine maça mı gidiyorsun bırakamadın bu işleri' diyen adam herhalde yine izin vermezdi..

Görüldüğü gibi bu işleri hala bırakamadık.. Beşiktaş, ne zaman Gaziantep ya da Eskişehir'le oynasa eskilere giderim. Bu öğleni Halil Usta'da geçirip, baklava böreği gömüp oradan maça gitmek vardı. Bu açıdan bakıldığında yurt içi deplasmanlar arasında herhalde en keyifle gidilen deplasmanlardan birisi de Antep'tir. Yensen de yenilsen de hiç olmazsa miden bayram eder iki lokma adam gibi yemek yersin.. Türk Futbolu'nun kalitesinin günden güne düştüğü günümüzde nasıl o yılların güçlü Beşiktaş'ını arıyorsam 'zor deplasman' denilen Gaziantepspor'un Celal Doğan'lı yıllarını da eminim Antepliler arıyordur. Gerçi memleketin hali ortada, artık her şeyin eski haline bir özlem var..

Çocuklar inanın, inanın çocuklar diyelim ve güzel günleri hayal edelim..

Ha bu arada maç ne oldu derseniz anlatayım; yerimizi aldık. 4-5 kişiyiz.. o yıllarda nasıl öyle bir izlenime ulaştım bilmiyorum ama tribünün bağırıp tezahürat yapıp yapmayana bilenilecek bir yer olduğuna kanaat getirmişim. Hafta içi ümit milli maçından ne beklersin? Şeref tribünü hariç boş, dolu olan yerlerin de tamamına yakını emekli, yaşlı. Biz de milleti gaza getirmeye çalışıyoruz ama ne mümkün zaten bacak kadar çocuğuz. Bu işin sonu bizim "bağırmayan taraftar s*ktirsin gitsin" diye tempo tutmamız ve arkamızdaki bir amcanın ensemize patlatmasıyla sonuçlandı. Maç 1-0 biterken golü Oktay attı diye hatırlıyorum.. Gittiğim ilk ve son milli takım maçı oldu. Milli maçların beni heyecanlandırmadığını, izlemenin bana bir şey katmadığını hissedince bir daha da gitme gereği duymadım..

En güzeli Beşiktaş!



26 Temmuz 2015 Pazar

Kim Yedi?

Akranlarımın da forma numaralarıyla tereddütsüz ezbere sayacağı tek bir kadro vardır sanırım; 1-Engin 2-Recep 3-Kadir 4-Gökhan 5-Ulvi 6-Şenol 7-Feyyaz 8-Rıza 9-Mehmet 10-Ali 11-Metin... Kadronun tam ortasındaki numaranın sahibi zaman zaman değişse de diğerleri yıllarca aynı numaralarla yan yana oynadılar ve  sırtlarında yazmayan isimleri, milyonların hem hafızalarına hem de gönüllerine kazıdılar. O zamanlar sezon başı TFF'ye forma numaraları ve karşılığındaki isimleri bildirme işleri yoktu. Maçtan önce kesinleşerek
telefona gelen kadrolar da. Sahaya konfetiler
arasında çıkan takımın kimlerden oluştuğu ancak santraya dizilerek tribünleri selamladıklarında belli oluyordu. Gözler belirli isimleri anında tanırken, bazıları sağdaki soldakilerden alınan teyitlerle oluşturuluyordu; "Yedi kim yedi?"

Forma numaraları da mevkilere göre belirlendiği için saha içindeki dizilim ve özdeşleşme de kendiliğinden
gelişiyordu haliyle. Yıllar sonra modernleşen ve endüstriyelleşen futbolda formalar da armanın  dışında daha çok reklam ve isimler barındırmaya başladı üstünde. Eskiden 'Metin'in giydiği Beşiktaş forması' diye dillendirilirken artık 'Quaresma forması geldi mi?' diye sorulduğunu dahi duyduk . Halbuki sadece tribünlerde değil, her yerde söylemişizdir aşkımızın renklere olduğunu.

İlk gelişinde ona eşi benzeri görülmemiş bir karşılama töreni düzenlenmişti. Yazın İstanbul'da kalan çoluk, çocuk, teyze, amca değil bütün Beşiktaş tribünü oradaydı resmen ve uzun zamandır bu formayla görmek istediği adama hoş geldin diyordu. Çok mutluydu tribündekiler ve beklentiyi güzel bir sezon geçirmesinden ziyade Fener'e geçirmesini dileyen tezahüratlarla iletiyordu. Herkes kadar mutlu olmayan bir kişi vardı belki de; Beşiktaş'a büyük umutlarla transfer edilen ama yaşadığı talihsiz sakatlık sebebiyle yeni sezona başlayamayacak olan Rıdvan Şimşek. Ya onayı alınarak ya da ikna edilerek giydiği yedi numaralı forma yeni transfere verilmişti. Hatta statta yapılan imza töreninde temsili bir devir teslim de yaşanmıştı. Tribünler bu forma takası esnasında çılgınca alkışlarken, yardımcı oyuncu konumundaki Rıdvan da saha içinde koltuk değnekleriyle ayakta durmaya çalışıyor, elleriyle verdiği yedi numaralı formanın karşılığında aldığı formaya bakıyordu. Yetmiş yedi yazıyordu sırtında ama renkler de göğüsteki arma da aynıydı...

Şimdi bizim deli oğlan geri döndü. Yedi numara bu sefer bir başka deli oğlanda. Karşılama töreni yok ama devir teslim töreni olacak mı bilemiyoruz. Bir sene sonra kimin Beşiktaş'ta kalacağı, kimin gideceği de belli değilken ve hatta eninde sonunda herkes bu takımın formasını terlettikten sonra gidecekken böyle numara çekişmeleri bence çok gereksiz. Kimi zaman yapılan bazı numaralı formaları emekliye ayırmanın gereksizliği gibi. Kalıcı olan armadır, ve süslediği formadır. İsimler de numaralar da onlarla anlam bulur. Şimdi Quaresma gelince kim yedi olacak sorusu cevap arıyor ama maziye dönüp baktıkça Feyyaz'dan sonra kaç tane yedi kalmış akıllarda, sayarken zorlanıyoruz. Kimsenin de hakkını yemek istemem ama yaşım icabı Feyyaz'dan sonra Ahmet Dursun'u çağrıştırır bana yedi numara. Öte yandan Dentinho da yedi idi desem kim hatırlar mesela? Ya da Amokachi izleyen izlemeyen hemen herkes tarafından bilinir ama numarası? On bir mi, on dört müydü diye sorsam?
 
Ben yıllardır aldığım formaların arkasına kendi ismimi bile yazdırmadım. Dolapta yedi numaralı bir 'Quaresma formam' yok yani. O yüzden kimin hangi numarayı giyeceğine değil, ne yiyeceğine bakarım. Numaradan ziyade formanın hakkını verip kazandıklarıyla helal mi yiyorlar yoksa Beşiktaş'ını hakkını yiyip, bizlere tırnak kendilerine de bazen küfür mü yediriyorlar. Beklentimiz siyah beyazlı formamızla yediden yetmişe güzel günler görmek elbette. Yoksa rakamların önemi yok.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Kaleden Kaleye - Şenol Güneş


01.08.1987... Yazın ortası ve futbolsuz geçen günler. Yaşım henüz on. Futbolu yeni yeni sevmeye başlıyorum çocuk akıllı. Babam Trabzonlu, ben Zeynep Kamil doğumlu Trabzonsporlu. Sevdiğim futbolu radyolardan dinliyor, gazetelerden biriktiriyor, televizyonlardan dakikalara sığdırırak izliyorum ancak. Tribünlere adım atmışlığım, yeşili görmüşlüğüm yok. Komşumuzun oğlundan ödünç aldığım bordo-mavi bir bayrak, pazardan alınma 11 numara bir forma ve anneme yalvar yakar diktirdiğim aynı renklerdeki bir süveterle yaşıyorum renklere olan aşkımı. Doğduğum yılın şampiyonu Trabzonspor, son iki yılın Galatasaray, stat Fenerbahçe.  Şenol Güneş futbola veda ediyor...

Babam elimden tutup malum köfte kokularının arasından geçirerek numaralı tribününe doğru ilerliyordu. Ben o zamanlar maraton, numaralı vs farkından çok televizyonun çektiği kısım olarak biliyorum tribünleri. Tabiatıyla Trabzon tarafına geçmek üzere muhtemelen bir bilet alarak içeriye atıyoruz adımlarımızı. Merdivenleri çıkarken artan kalp atışlarım ve zeminin yeşilini görmeye yakın artan tezahürat sesleri sanırım hayatım boyunca kulaklarımda yankılanmaya devam edecek. Santra çizgisini ortalayarak bir yere konuşlanmıştık. Sahada ısınan futbolcuları tanımam güç olsa da jübilesi olan Şenol Güneş tek seçebildiğim isimdi. Tek tek tribünleri dolaşırken, rakip siyah-beyazlılar da onu alkışlıyordu.
Rakip dediğim de Şenol Güneş'in, adına jübile denilen bu dostluk maçına çıkan Beşiktaş'tan başkası değildi. Tribün hayatımın ilk tezahüratı "Hamdi buraya, yumruk havaya" olurken, yaratıcılıktan uzak Trabzonspor taraftarı karşısında hemen yan tarafımızda ve karşı çaprazımızda bulunan adamlar (o zamanlar tribündeki yaş ortalaması şimdilerin çok üstünde) oldukça renkliydi. İlk on dakika oynanan futbolu izledikten sonra 90 dakikadan saha içine ait aklımda kalan sadece iki şey olmuştu. İlki ve en etkileyicisi maçın onuncu dakikasında hakemin düdüğüyle beraber fileleri öpen Şenol Güneş'in omuzlara alınması ve sahanın ortasına inen helikopterle maçtan ayrılması idi. İkincisi de nedense benim aklımda hep Sinan Engin olarak kalan ama yıllar sonra internetteki araştımalarımda Zoran İvsic olduğunu öğrendiğim futbolcunun gördüğü kırmızı kartla oyundan atılmasıydı. Tribünlerden yükselen "Ayı Sinan!" sesleri yanlış hatırlamama sebep olsa gerek.

Maçı Beşiktaş Feyyaz'ın üç, Saffet Sancaklı'nın bir golüyle 4-1 kazanırken, Hami'nin golünü de görmek nasip olmuştu ilk maçımda. Ben alınan mağlubiyetten çok Şenol Güneş'in duygusal vedasına hüzünlenirken, maçtan çok seyrettiğim yan tribündeki coşku ve yaşadığım duygu karışıklığı ile stattan ayrılmıştık...

Babamla bir iki Trabzon maçına daha gittikten sonra ısrarlarım sonucu yine aynı statta ve yine yanlış (!) tarafta Fenerbahçe-Beşiktaş maçı daha izlemiştim. Bu defa maraton tribünden izliyordum Beşiktaş'ı ve Beşiktaşlıları yandan yandan. Ferdinand'ın golüyle sevince boğulan binlerce renktaşıma son kez uzaktan bakışımdı bu maç. Trabzon sevgisini ayrı bir yere koyarak sevdamın adını koymanın vakti gelmişti adam akıllı. Bu yüzdendir ki tek yapamadığım tezahürattır "Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur!"...

Seneler içinde örgü ipler, bayraklar, atkılar, şapkalar, formalar, kombineler, üyelikler vs derken hayatımızın orta yerine, gönlümüzün baş köşesine oturdu Beşiktaş. Çok sevdiğimiz futbolu oynarken de izlerken de üzerimizde, dilimizde defalarca döndü durdu. Sevindirdi, üzdü, yordu ama hiç sönmedi sevdasının ateşi.

Son iki senedir sistemin dayatmasını kabullenemeyişimizden ötürü uzak kaldık tribünlerden. Özledik deli gibi ama o eski günlerin tadı da kaybolmuştu gitgide. Tek tük gittiğimizde içlerinde ama kenarda köşede izledik maçı da olan biteni de.  Yaşımız mı geçiyor yoksa her şey gibi bu da değişiyor ve biz mi alışamıyoruz bilmiyorum.

Ben Beşiktaş tarihinin en başarılı teknik adamlarından birini Rasim Kara sayarım. Malesef ülkemizde de prim yapan başarının tek bir ölçüyle değerlendirilmesi futbol içinde geçerli. 1996'da Milli Takım düzeyinde yakalanan başarı sonrası Fatih Terim Galatasaray'ın , Rasim Kara da bizim takımın başına geçti. Beşiktaş lig tarihindeki en golcü sezonunu onunla yaşarken, Avrupa Kupalarında da turları bir bir atlamıştı. Oynattığı futbol hem göze hoş geliyordu hem de sonuca gidiyordu. Başarı şampiyonluk ise sabredilmeliydi ama olmadı. Kendisi kalecilik, teknik adamlık kariyerlerinden sonra son mali kurul da divan üyesi olarak kürsünün arkasındaki masada yer alarak Beşiktaş'ımıza hizmet etmeye devam ediyor sessiz sedasız. Sessiz sedasız adamların başarısı da konuşulmuyor maalesef. Sesi çıkanların başarısı göz önünde oluyor. Şenol Güneş de bunun en dikkat çekici örneklerinden. Final kazanamayan hoca olarak anılıyor kimilerince ama kimse kimlere final oynattığından bahsetmiyor. Karizması yok denilerek eleştiriliyor ama egosu dağları aşanlar karşısında düğmeler ilikleniyor. Konuşması, lehçesi belki eleştiriliyor ama kelimelerinin yan yana gelerek oluşturduklarını irdeleyenler yok. Yaptırdığı transferler beğenilmiyor ama yoktan var ettiği isimler göz ardı ediliyor. Kendisinin en güzel sözlerinden biri de "Bizim zamanımızda açlar oynar, toklar seyrederdi, şimdi toklar oynuyor açlar seyrediyor". Tok adama top oynatmak zor iş. Bunu becerebilen adamdır Şenol Güneş. Maddiyata önem vermediğine inanırım. Futbolu sevdiğini hissederim. Dürüstlüğüne gönlümce kefilim. Gelgelelim efsane başkanımız, rahmetli Süleyman Seba'nın söylediği "iyi insan olmadan iyi Beşiktaşlı olunamayacağı gibi, iyi insan olmanın da iyi teknik direktör olmaya yetmeyeceğinin aşikar olduğunu gördük geçen sezon. Severek ayrıldık Bilic'le. Şimdi adamlığıyla Beşiktaşlılığa yakışacak olan bir hocamız var. Trabzonlu doğdu Beşiktaşlı oldu. Başarılı olacak mı bekleyip göreceğiz. Ben futbolun kaleden kaleye taktiksel olarak daha iyi çözüleceğini düşünenlerdenim. Oynarken oyunun izlenebildiği tek mevkidir kale. Şenol Güneş hem kendi şanssızlığını kıracak hem de Beşiktaş'ın son yıllarda alışılagelmiş üçüncülük sendromunu sonlandıracak kişi olacaktır. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın sansasyonel transferleri karşısında sessiz kalan Beşiktaş'a eminim ki kimse bu şansı vermiyor şu anda.

Kaleden kaleye topu sürmek zordur. Tek vuruşla kaleye ulaştırmak da o kadar kolay değildir. Her ne olursa olsun iş, topun o kaleye girmesiyle sonuçlanır. Kaleyi bilen kaleyi fetheder.



28 Mayıs 2015 Perşembe

UEFA Avrupa Ligi ve UEFA Kupası Forma Sponsorları

UEFA Avrupa Ligi'nin sahibi dün gece belli oldu. Geçmişten günümüze takımlarla bu sevinci yaşayan markalar da var. Çoğu zaman o tarihi karelerin de aktörleri arasında yer alıyor markalar. Geçmişe de yolculuk oluyor. Güzel oluyor bu tarz araştırma işleri. Zevk almadığı işi yapmamalı insan. Vaktimiz olsa da futbolun bakir kalan bu tarafıyla daha çok ilgilenebilsek.

Görünce en çok etkilendiğim marka nedense Parmalat ve Mars oldu. Diğerleri pek bir anlam ifade etmedi. Parmalat iki farklı takımla UEFA Kupası ve UEFA Avrupa Ligi'ni alan tek marka. Diğer taraftan da en çok bu kupaya uzanan kendileri olmuş.

1983 yılında kupayı alan Anderlecht'in logosu -yukarıdaki forma Anderlecht'in 1983 yılında kupaya uzandığı forma, forma üzerindeki logo hangi markaya ait anlayamadım- dışında es geçilen bir marka yok. Bilen olursa ona bir adet atkı hediye edeceğim.

Edit: Osman Turan yorum kısmına süzme bilgiyi bırakmış. Çok teşekkürler.


31 Aralık 2014 Çarşamba

Fransa Ligi'nde Forma Sponsorlukları

Yılın son günü Fransa Ligue 1 takımlarının ana sponsorlarına göz atttım. Listede dikkatimi çeken şey global markaların azlığı oldu. Koca Fransa Ligi'nin Fly Emirates, Kia, Hyundai, Volvo, Azerbaijan Land of Fire'dan başka yabancı çekememiş olması ligin sıkıcılığı ile ilgilidir belki de. Belkisi fazla...


18 Aralık 2014 Perşembe

38 Yıldır Fenerbahçe Formasına Eşlik Edenler


Daha önce Beşiktaş'ın şanlı formasında hangi markalar yer almıştı diye bir çalışma yapmıştım. Çoğu insana eziyet gelecek bir araştırma şeklinde Cumhuriyet Gazetesi'nin arşivinden faydalanıp oradaki Edibe Hanım'dan olmadık taleplerde bulunup sayfa sayfa, sütun sütun araştırıp hazırlamıştım.

Ona rağmen bir çok eksik de çıkmıştı. Bir çok yorum gelmişti. Tipitip ile Okey'i bulamamıştım mesela. Beşiktaş formalarında hiç rastlamamıştım o zaman.

Dedim ya kimine eziyet olur. Ben inanılmaz zevk alıyorum bu işi yaparken. Sanırım arşivcilik falan okumalıydım. Geçmişe, nostaljiye, siyah beyaza olan tutku bitmek bilmiyor.

Nerede o eski günler diyenin ağzını yerim ağzını.

Cumhuriyet Gazetesi'nin arşivine girdiğimde büyülenmiştim. Hemen doğduğum günün gazetelerine bakmıştım. İnanılmazdı. Gazeteden çıktığımda aklım başıma gelmişti. İş işten geçmişti gerçi. Bir gün sonrasına bakmam gerekiyordu:) Gazete bu...

Sözü fazla uzatmadan konu nostalji olunca. Hele benim yaşımdakiler için 80'lerin sonu 90'ların başı olunca Fenerbahçelilik, Beşiktaşlılık, Galatasaraylılık falan kalmıyor. Dedim ya büyülüyor insanı.

Bu kez Fenerbahçe'nin formalarını araştırdım. Hayli ilginç markalar var.Ama en ilgi çekicisini hemen paylaşayım. O da aşağıdaki resim. Onu da siz bulun.



1977 yılında Şenes Erzik Avrupa'da takımların göğüs reklamı aldığını fark edince Resmi Gazete yoluyla bu işi açmış. Takımlar da değerlendirmek de zorluk çekmemişler. Önceden forma önündeki reklam 200 cm2 olmak zorunda da değilmiş. Kafasına göre konumlandırmışlar markalarını.

1977-1978 yılında Pereja Kolonyaları yukarıdan aşağıya hece hece yazdırmış sarı lacinin üstüne. Hatırlayanlar Beşiktaş'ın formalarında da ilk kez Pereja'nın olduğunu anımsayacaklar.

Her birinin görseline bir şekilde ulaştım. Burada hepsini paylaşamayacağım. Fakat Nazik Holding ve Tamek'i çok beğendim.

1977-1978 Pereja (Kolonya)
1978-1979 Şekerbank
1979-1980 -----------
1980-1981 Banker Kastelli
1981-1982 Hisar Bank
1982-1983 Hisar Bank
1983-1984 İstanbul Bankası
1984-1985 Türk Bank
1985-1986 Türk Bank
1986-1987 Türk Bank
1987-1988 Murat İnşaat ve Tamek
1988-1989 Emlak Bankası, Aden, Mobil 1
1989-1990 Emlak Bankası, Nazik Holding
1990-1991 Emlak Bankası
1991-1992 Emlak Bankası
1992-1993 Emlak Bankası
1993-1994 Emlak Bankası
1994-1995 Emlak Bankası
1995-1996 Emlak Bankası
1996-1997 Vakıfbank
1997-1998 Emlak Bankası
1998-1999 Rifle, Adidas Saatleri
1999-2000 Proton 5x5
2000-2001 Telsim
2001-2002 Aria
2002-2003 Aria
2003-2004 Aria
2004-2005 Avea
2005-2006 Avea
2006-2007 Avea
2007-2008 Avea
2008-2009 Avea
2009-2010 Avea
2010-2011 Avea
2011-2012 Avea
2012-2013 Türk Telekom
2013-2014 Türk Telekom

Maradona Türk, Amerika'yı Biz Keşfettik

Amerika'yı Türklerin keşfettiğinin şaşkınlığını daha bünyemizden atamamışken tarihin tozlu raflarından çıkan aşağıdaki röportajdan da anlaşılacağı üzere dünyanın en büyük futbol yıldızının da aslında Türk olduğunu biliyor muydunuz!

İnanılmaz.

17 Aralık 2014 Çarşamba

25 Senedir Elektrikler Kesilir Bizde

İlk kez değli bundan tam 25 yıl önce de elektriklerimiz kesilmiş stadımızda. Yine bir uluslararası yayın söz konusuyken hem de. Schumacher'in en ünlü Schumacher olduğu yıllarda İnönü'de jübile maçı oynanamadan daha santradayken ışıklar sönmüş. Almanlar maçı yayınlayamamışlar. 25 yıl sonra İngilizlere denk gelen bu olay şaşkınlık verici bir ülke olduğumuz gerçeğini çeyrek asır geçse de üzerinden değiştirmiyor.

Göz Bebeğim İnönü


Tarih 26 Temmuz 1985... Yer İnönü Stadyumu...

Kimsesizleri kimsesi İnönü yine iş başında. KDV denetçisi olmak için 3.000 işsiz oturmuşlar sınav oluyorlar. Tek kelimeyle inanılmaz.

Ertesi gün sınavımın olduğu çok gün oldu orada maç izlerken. Gole sevindikten sonra ertesi günkü sınavın yarattığı burukluk dün gibi. İnsanın burnunun direği sızlıyor.

Ah İnönü Ah...

11 Aralık 2014 Perşembe

Torku Delirdi Mi?

Gün geçmiyor ki absürd haberler spor medyamızda peydah olmasın. Bu sefer ki bambaşka. Konya'nın isim sponsoru Torku, Galatasaray maçında stadyuma gelen tüm taraftarlarına bir adet orijinal Konyaspor forması hediye edecekmiş.

Haberin linki burada: http://www.ntvspor.net/haber/futbol/118960/25-bin-kisiye-forma

Kaba bir hesapla Konyaspor'un 2013-2014 Hummel marka formasının satış fiyatı toplam 59 TL. Hadi bunun 20 lirasının kulübe kaldığını düşünelim. Hummel'a ödenen miktar 39 TL olsun.

Toplam 25 bin formanın bedava dağıtılması demek 975.000 TL yapar. 2014-2015'in daha pahalı satışı olacağını düşünürsek toplam bütçenin 1.1 Milyon gibi bir rakama denk geleceğini söyleyebiliriz.

Böyle bir savrukluk bu dönemde bir kulüp için çok garip değil mi?

Konyaspor'un sponsorları kimler diye bakalım. Bu kadar bonkör olduklarına göre çok iyi para kazanıyor bu kulüp.

Torku, Hummel, Spor Toto, İddaa, Medicana, Beysu.

Topu topu bu kadarlık bir sponsora sahip takım nasıl bu derece zarar etmeyi göze alıyor inanılır gibi değil.

Ya haber kolpa ya da bizim matematik hocası hoca değil.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Star TV'den HP'ye Kıyak

Bayram değil seyran değil Star TV HP'ye neden kıyak yaptı. Tottenham'ın forma sponsoru AIA... Ama Star TV'nin umurunda mı?

Almış eski formayı koymuş maçın fragman görüntüsüne.

Oysa AIA ne güzel firma. Bak ne güzel işler yapmışlar.

https://www.youtube.com/watch?v=zvsDLc6MOuw

Koşun Koşun Vodafone Gol Atmış

Messi Türkiye'ye gelecekmiş Vodafone Arena'nın açılışı için. Bugün böyle haberler var gazetelerde. Bu gelişinin de mimarı Vodafone olacakmış. Açılış şerefine Vodafone geliş masraflarını karşılayacakmış. Hem takımın hem de Messi'nin sanırım.

Buraya kadar her şey normal aslında. Alan, veren, gelen.

Fakat Avea bu sırada ne yapacak o çok merak uyandırıyor bende. Bildiğiniz gibi Avea -çok anlamlı bulmasam da Barcelona'nın sponsoru. Üstelik global bir marka değil Avea. Neyse...- Barcelona'nın iletişim sponsoru. Barcelona kendisine destek veren markanın ana üssünde Vodafone'nun Avea'ya gol atmasına müsaade edecek mi meraktayım.

Düşünün Avea'da sponsorluklarla ilgileniyorsunuz. Pazardaki en ciddi rakibiniz olan Vodafone sizin en güçlü sponsorluğunuzu Türkiye'ye getirerek öne geçiyor.

Hem de kendi ülkende seni vuruyor.

Üstelik Avea halen Kartalcell gibi bir markayı yaşatmaya çalışırken Beşiktaş'ın Vodafone ile anlaşmasından sonra şimdi de Barcelona ile flördünden büyük imaj kaybı yaşayacak gibi gözüküyor.

Buna benzer ama kabul edilebilir bir benzerlik de Qatar Airways ile Turkish Airlines arasında yaşanıyor.

Messi'nin Barcelonasının ana sponsoru Qatar Airways ama Messi Turkish Airlines reklamlarında oynayabiliyor. Çünkü burada resmi bir bireysel sponsorluk, marka yüzü olma durumu var. Ne Qatar Airways ne de Turkish Airlines'ın bir mağduriyeti bulunmuyor. Fakat Messi ile Vodafone'un hiç ilgisi yok.


Gel gör ki Avea'nın başına gelen şey Vodafone-Barcelona-Beşiktaş-Messi ilişkileri gözönüne alınınca gol yemekten başka bir şekilde açıklanamaz heralde.

Avea bu hamleye nasıl karşılık verecek ya da böyle bir hamleyi gören birileri olacak mı bu da merak konusu tabii.

Sana formasını tuttururlar ama Barcelona'yı Vodafone getirir...

8 Aralık 2014 Pazartesi

Oyunda Kal Reklamı

Geçtiğimiz günlerde yayına giren Darüşşafaka'nın "Oyunda Kal" mottolu reklamda bazı noktalar gerçekten spor pazarlaması denen şeyin Türkiye'de halen bir arpa boyu yol alamadığını gösteriyor.
Garanti Bankası ve Turkcell A Milli Basketbol Takımı için servet dökerken markalarının formadan çıkartılması tahammül edilir bir şey değil
Genellikle markalar basketbol özelinde reklam çekerken filmde içerisinde Milli Takım öğeleri geçiyorsa federasyonla paylaşması beklenir. Bu reklam filminde çocuğun odasında asılı duran formanın ne önünde ne de arkasında bir reklam görülmüyor. Çocuğun Milli Takım hayalini kurduğu formada Turkcell ve Garanti Bankası'nın olması gerekiyordu

27 Kasım 2014 Perşembe

Ya Sarı Lacivertsin, Ya Sarı Kırmızı... Siyah Beyaz Kalede

Bu aralar altını çize çize, tekrar tekrar okuduğum bir kitap var. Adı "Biraz Daha Özgüven Alır Mıydınız?" Kitap özgüven diye kolayca ağzımızdan çıkan şeyin tam olarak ne olduğunu efsane şekilde anlatmış. Kitapta özgüven problemi yaşayanlara aşağıdaki gibi altın 10 kural verilmiş.
1-) Her Şey Sizin Omuzlarınızda
2-) Affet
3-)Pişmanlığı Öldür
4-)Şimdiye Odaklan
5-)Geleceğe Bak
6-)Olumsuz Kayıt Bantlarını Yok Et
7-)Bağımsızlığını Geliştir
8-)Üretim Aşamasındaki Bir İş Olduğunuzu Kabul Edin
9-) Testereyi Bileyin
10-)Gerçekten Yapabilene Kadar Öyleymiş Gibi Yap

İnsanlardaki özgüven denen şeyin ne zaman şekillendiği ile ilgili de çok acayip bilgiler var. Çoğunluğu öğretmenleri suçlu bulurken, bir kısmı babalarını diğer kısmı büyük kardeşlerini sorumlu tutuyor.

Kitapla haşır neşirken bir Alışveriş merkezinde yukarıdaki gibi bir çocuk oyunu görünce bütün suçlunun kimileri için Beşiktaş olabileceği de geldi aklıma. Son 10 yıldır Beşiktaşlı çocuk bulmak önceki 10 yıllara göre daha zorken ya da bir başka deyişle yeni jenerasyon yetişmiyorken böylesi çocuk oyunlarının da bir anlamı var elbette.

Sağda Fenerbahçeli esas oğlan, solda Galatasaraylı esas oğlan...

Beşiktaşlı ise kaleye geçmiş. Çocuklara dair ne varsa iki büyük takım üzerinden anlatılıyor, Türkiye'de futbol iki kulüp üzerinden ilerliyor, onların markalarının yarışları hep önde. Buralara kolay gelinmedi elbet. Ya Galatasaraylısın ya Fenerbahçeli... Beşiktaşlı kalede. Senin rakibin o. Senin oyunun bir parçası.

Bu oyunun üreticisinin bunu üretirken kasıtlı yapması gibi bir durum yok elbette. Çok uzun zamandır bu böyle. Subliminal mesaj diye bir şey varsa. Bu o işte... Burada durum farklı... Ne veren farkında... Ne alan...Öğrenilmiş, kanıksanmış, farkedilmeden, yavaş yavaş...

Ne üreticinin haberi var, ne oynayan çocuğun. Ya Sarı Lacivertsin Ya Sarı Kırmızı...

Siyah beyaz kalede. Topu tutacak.

26 Kasım 2014 Çarşamba

Avrupa Ligi 2014-2015 Markaları




























Mevzu UEFA Avrupa Ligi olunca markaların kalibresi de iyiden iyiye azalıyor. Bazı sektörler ortadan kayboluyor. Bunlardan en çarpıcı olanı Teknoloji ve Havacılık. Trabzonspor'un Avrupa Kupalarında forma sponsoru olan Türk Hava Yolları bu kupada yalnız başına kalırken, Feyenoord'un ana sponsoru Philips de teknoloji alanında yalnız kalmış durumda.

Bu kupada formasında sponsoru olmayan takım sayısı da Şampiyonlar Ligi'nden fazla. Paok, Rio Ave, Fiorentina, S.Prag, Rijeka, D.Zagreb, Partizan. Çoğunluğu ülke ekonomileri bozuk olan Doğu Avrupa Balkan takımları.

Bir başka şaşırtcı kısımsa Şans Oyunlarının burada karşımıza çıkması. Hiçbirimizin adını duymadığına emin olduğum bahis siteleri tam 5 takımın ana sponsoru durumunda. Öte yandan bu kupada diğer patlama yapan sektör ise içecek sektörü. Alkollü ve alkolsüz olmak üzere toplam 6 takımla zirveyi ele geçirmiş.

Daha fazlası sizin gözünüze çarpacaktır mutlaka. Yukarıda incelenebilir.

25 Kasım 2014 Salı

Şampiyonlar Ligi 2014-2015 Markaları

Şampiyonlar Ligi'nde yer alan 32 takımın ana sponsorları hakkında belki de başka bir yerde rastlanmayacak bir çalışma hazırladım. Şampiyonlar Ligi'nde takımların forma sponsoru olan markaları inceledim. Şampiyonlar Ligi'nde diye özellikle altını çizmemin sebebi ise bazı takımların Avrupa Kupalarında başka bir marka ile kendi liglerinde başka bir marka ile mücadele etmesi. 32 takım arasında yukarıdaki örneklere konu olacak 32 takım var. Eğer atlamadıysam bu takımlar Galatasaray ve Anderlecht. Galatasaray yurtiçinde Huawei ile anlaşırken yurtdışında ise Turkish Airlines markası ile yer alıyor. Anderlecht ise yurtiçinde BNP Paribas yurtdışında ise Proximus. Şampiyonlar Ligi'ndeki 32 takım arasında en çok rastladığımız markalardan ilki Emirliğin şımarık çocuğu Fly Emirates. Arsenal, Real Madrid ve Paris Saint Germain gibi kalburüstü takımları kapatan Emirates'i takip eden marka ise Portekiz'in Telekomünikasyon devi MEO. Portekiz'in Şampiyonlar Ligi'ndeki 3 temsilcisini kapatmış Porto, Benfica, Sporting Lisbon. 2 takımın ana sponsorluğu ile Şampiyonlar Ligi'nde sahneye çıkan diğer marka ise Rusların enerji devi Gazprom'u Schalke ve Zenith ile listenin 3. sırasında yer alıyor. Liste aşağıya doğru tek takım ile Şampiyonlar Ligi'nde boy gösteren markalarla dolu. Aşağıdaki tabloya bakınca Havacılık, Teknoloji, Enerji ve Telekomünikasyon sektörlerinin tam 18 takımı kapattığını görüyoruz. Bir diğer dikkat çekici nokta ise Avrupa'da yer alan ama kendi ülkesinin takımlarına destek vermeyen tek marka Atletico Madrid'in Azerbaijan Land Of Fire adındaki oluşumu. Bir tanıtım fonu gibi de düşünülebilir aslında. Bunun dışında Rusya'nın Gazprom'u Schalke ile ülke sınırına aşarken, Güney Kore'nin teknoloji devleri LG ve Samsung sırasıyla Bayer Leverkusen ve Chelsea ile kıta değiştiren markalar oluyor. Emirliğin Fly Emirates'i ise Fransa, İngiltere ve İspanya pazarlarına uzaklardan atış yapıyor. Bir başka ilginç şey de Roma'nın formasında sponsor taşımayan tek takım olması. Daha bir çok sey söylenebilir. Benim dikkatimi çekmeyen noktalar belki sizlerin dikkatini çeker.

20 Kasım 2014 Perşembe

BBVA Türkiye'de

Garanti Bankası'nın çoğunluk hissesini İspanyol Bankası BBVA almış. Bizim gibi futbol denyoları için bu devirin bankacılık tarafı değil futbol tarafı ilgi çekici oluyor tabii ki. BBVA La Liga'nın isim sponsoru. BBVA LaLiga ne kadar da tanıdık. Dün haberler çıkınca Türkiye'de bir çok kulübün ve sponsor bulamayanların ellerini avuşturmaya başladığını düşünüyorum. BBVA için Türkiye'nin Denizbank'ı diyebiliriz. Spor sponsorluklarıyla cozutmuş bir markalar zira. BBVA da öyle. NBA ile bir işbirlikleri var. Öte yandan marka temsilcileri Kevin Durant, James Harden, Iker Casillas ve İniesta... İniesta ve Kevin Durant ile bir reklam da çekmişti Garanti Bankası. Ta oradan bu bağlantının olabileceğini düşünebilirmişiz belki de. Yoksa bu kadar rastlantı olması hayli ilginç. Buradan hareketle şöyle bir iddia da ortaya atabilirim kolayca BBVA-Garanti Bankası-Ferit Şahenk-Fenerbahçe. Yani Türkiye'ye yeni girmiş bir bankanın sponsorluk atılımı için birinci sıraya Fenerbahçe'yi yazabiliriz. Bunu da tarihe not olarak düşelim ne de olsa sponsorluk dediğimiz şey ticari kaygılar kadar bağlantılarla da ilgili değil mi zaten. En son 27 Ekim'de aşağıdaki gibi bir reklam filmi yayınlamışlar. Ben bir şey anlamadım bu reklam filminden. Bana verdiği mesaj çatımız o kadar geniş ki basketbol bile oynatıyoruz:) http://www.youtube.com/watch?v=1WGUAXiaYsE

19 Kasım 2014 Çarşamba

Engelli İzleyici Meselesi

Geçtiğimiz günlerde gündemde sıkça yer bulan gözleri görmeyen oğlunu Beşiktaş'ın maçına götüren amcamız yüreklerimizi burkmuştu hani. O konuyla ilgili İngiltere'de yapılan bir uygulamayı yazmak isterim. Arsenal'in Emirates Stadyumu'nda verdiği hizmet yüreği gerçekten burkulan insanların yapacağı bir şey olsa gerek. Arsenal maçlarına gelen engelliler için simültane maç anlatımı hizmeti veriyor. Harika... Emirates Stadyumu'nda bu hizmet var bizde yok. Hadi onu anlarım. Bizde engelli izleyicilerin maçı takip ettikleri yerden ayakta maç izlenemiyor mesela. Bunu anlamak gerçekten zor. Memlekette taraftar kalmamış sen engelli taraftarların stadyumdaki durumundan bahsediyorsun dediğinizden eminim. Haklısınız.... Her kuşu .iktik bir leylek kaldı.

18 Kasım 2014 Salı

Türk Telekom Arena'da Gazetecilerle Kavga Edenler

Hepimizin malumu olayın kahramanlarından 3 tanesini ismen cismen tanıyorum. Gazetelerde yazanları görünce kimsenin bu adamları tanımadığını anladım. Kimisi özel güvenlik demiş kimisi Aziz'in paralı adamları... Bu adamların bir tanesi yıllardır stadyumun müdürlüğünü yapan Ayhan Bak. Bana sorarsanız 11 numara bir insan. Hani gazetede vahşet, skandal falan yazılıyor ya. Vahşete imza atan isimler diye gösterilenlerden biri. Yıllardır stadyumda askeri düzen nizam intizam sağlamış tüm stadyumlara lazım bir isim. Fenerbahçe tribünleri bu adamı iyi tanır. Emniyet çok iyi tanır. Bir zamanlar Kadıköy İlçe Emniyet Müdürü'ne bile toplantı esnasında -haklı olarak- sitemlerini iletecek kadar mert adam. Stadyumda onunla çalışanlar, onun için ölür mesela. Korktuklarından değil. Ayhan Bak zora düşenin yardımına koşacak kadar da babacan adamdır da ondan. Hangisi diye sorarsanız. Görüntülerdeki en yaşlı adam. Vuruyor mu emin değilim. Muhtemelen bir yumruk yeseydi oradan bir tane basın mensubu çıkamazdı dayak yemeden. Diğeri ise Şef Bülent dedikleri kel kafalı tıknaz adam. Onun böyle bir olay içerisinde olduğunu görünce inanamadım. Sesi içine kaçmış biriydi eskiden. Efendilikten geberir bu adam. Kimseye de boşuna atar gider yaptığına denk gelmedim. Ayhan Bak'ın uzun süredir yanında çalışıyor. Kısa bir zaman önce de takımla beraber seyahat etmeye başladı. Hiç onun işleri değil. Olayı alevlendiren ve yolu açmaya başlayan kişi olarak gözüküyor. İlk küfürü eden basın mensubunu ittiren ilk kişi de Şef Bülent. O gün oraya gelmeden önce bir şeyler yaşadığına eminim. Bir diğeri ise en uzun boyluları ismini bilmiyorum bu adamın. Ama şef Bülent kadar yakın Ayhan Bak'a. Bu adam Ayhan Bak'ın odasından çıkarken geri geri çıkar. Saygısı,sevgisi hürmeti acayip. Müze kapısının girişinde küçük bir masa var. Orada oturur genellikle. Ayhan Bak'ın odasının önünde... O da son zamanlarda takımla gidip gelen güvenlikçilerden. En yarması da buydu. Olaylarda kim hangisi diye merak edeniniz varsa eğer diye betimleme yapayım dedim. 4. kişiyi stadyumda çok fazla görmedim. Kel kafalı olan ve Şef Bülent olmayan kişi bu bahsettiğim. Asıl yıkım ekibi bu adam. Vurduğunu indiren. Bu adamları kulübe bağlayan nedir bilmem ama asıl bağlayıcı nedenleri Ayhan Bak. Zannetmeyin Volkan Demirel'in canı sıkkın. Islıklanmış falan diye değil yani. Ayhan Bak eskisi kadar Şükrü Saracoğlu'nun dışına çıkmıyor. Çıktığı nadir maçlardan bir tanesi bu maç. Çocuklar da kendilerini göstermek istemiş, basın da kaşınınca film kopmuş. Bu kadar şiddete başvurmalarının sebeplerinden bir tanesi bu. Valla Allah günah yazmasın ama basının da hiç suçu yok demek vicdansızlık olsa gerek. Diğer bir neden de bu yani. Öncelikle bu dayak yiyenler gazeteci falan değil. Kendisine spor basını diyen yeteneksizler sürüsü... Gazeteci başka bir şey. Emekçi falan yazmışlar sağda solda. Emekçi adam arkadaşı görüntü alırken önüne geçip daha iyi görüntü alacağım diye 30 kişinin işine engel olmaya çalışmaz zaten. Bunlar her basın toplantısında kendi aralarında da kavga eder mesela. İlk küfürü de basın ediyor zaten. E sen de bu adamlara küfür edersen seninle oturup konuşmalarını beklemeyeceksin. Aslan fareyle konuşur mu? Sporda şiddete sonmuş da bilmem neymiş... Yav he he... Ha unutmadan... Orada bir de özel güvenlikçi var. Onun için bir şey diyemeyeceğim. Hazır böyle bir ekip varken ben de dahil olayım demiş. Bu mevzudan en çok başı agrayacak kişi de bu adam zaten. Allah yardımcısı olsun. Basının kulübe gücü yetmez ama bu güvenlikçiyi sürüm sürüm süründürebilir. Şimdi bu basın için kim üzülebilir ya... Ben onun aklına tüküreyim.

14 Ekim 2013 Pazartesi

Semte Hasret




Çok ama çok olmuş yazmayalı, fena boşlamışız. Twitter denen bela (!) Blogları vurdu sanki..
Zaten Twitter'ın memlekete ne faydası var ki anca millet birbirini galeyana getirsin. Haksızlık yapılan yerde karşı durmaya çalışsın birlik olsun felan.. Hep başa bela şeyler..

Neyse.. Yine biraz küfürlü olabilir daha evvelden okuyanlar biliyorlar darılmazlar herhalde..

Bugün yıkıyoruz, yarın yıkıyoruz derken duvara balyozu vurdular. Ben sezon bittiğinden beri diyordum eğer "Olimpiyat derlerse s.kseler kombine almam" diye. Kaç yıldır tribündeyiz bir sene de belimiz dinlensin evden izleyelim niyetindeydim. Kulüp yönetimi sağ olsun haftalarca bizi sığır gibi beklettikten sonra Kasımpaşa stadında oynayacağız dedi. Oynanacak yer henüz belli olmamışken muhtemel yerler üzerinden tartışıyorduk. "Zeytinburnu olursa gideriz, Saraçoğlu'ndan gel derlerse sıcak bakmıyorum, Seyrantepe'nin ta amk" gibilerinden söylemlerim mevcut. Kasımpaşa denilince hiç yoktan iyidir hem semtten de çok uzaklaşmamış oluruz diyerek düğmeye bastık.

Kasımpaşa netleştiğinde Gezi olayları başlamış mıydı tam hatırlamıyorum. Sanırım başlamamıştı. Çünkü Gezi olaylarındaki duruşumuz ve algımızdan sonra kulüp gidip yine de Kasımpaşa'da oynayacağız demiş olamaz. Haftalar geçti, olaylar çıktı derken Kasımpaşa taraftarı bizi istemediklerini net biçimde ortaya koydular. Taksim'de yürüyüş yapıp polisle çatıştılar. El bildirisi dağıttılar "Karagümrüklülerle yıllardır vukuatımız var semtimizde istemiyoruz vallahi isyan çıkartırız ha!" tadında bir şeyler yazıyordu üstünde.

Efendim nihayetinde lig başladı. İlk maç malum derbi. Zati demişlerdi derbiler ve Avrupa maçlarında Olimpiyat'a bay bay diye.. Avrupa'dan ihracı aldık çok koymadı işin açığı. Bu yol çilesini az çekeriz çok da önemli değil seneye takım daha iyi olur Biliç ile hiç olmazsa UEFA'da belki bir şeyler olur diyerek kendimizi avuttuk. Yollara düştük. Trabzon maçını 'Acıbadem' yazmış zaten üstüne denecek bir şey yok. Sonraki maçlara Gezi olayları korkusu damga vurdu. İlk maçta taraftarımız "Her yer metro her yere metro" diye bağırsaydı sıkıntı olmazdı da tersi olunca uyarıldık muhtemelen. "Takım sahaya alışıyor Galatasaray maçına kadar burada kalalım, hem bilet gelirimiz de var" bahaneleriyle ayarı verdiler. Takım fena gitmiyordu peki dedik sineye çektik. Ama ufaktan kıllanmaya başlamıştık. Bunlar bizi buraya kilitleyecek kesin diyorduk ki, Galatasaray maçında rezaletin daniskası yaşandı.

Cezayı bastılar.

Oralara hiç girmeyeceğim, 1453müş, provake varmış önceden planlıymış gibi..
Yine de bir iki satır yazayım; Dünya kadar adam var. 90.000 kişi içeri girmiş. 8.000 kombine satmışsın her biri çift biletten 16.000 adam öyle gelmiş. Her derbiye gelen sadece büyük maç taraftarı 20.000 adam var onları da ekle hadi. İnönü uzak geldiği için gelemeyen bir 5.000 daha eklesek eder 41.000 taraftar. Bunların iyi kötü huyunu suyunu bilirsin. Maça gelen giden adam dersin. Hayatında maça gelmemiş ilk kez gelen binlerce adamın yanı sıra turnike kıran bedava biletle gelen tonla insan vardı.
Cem Dizdar köşesinde yazmış arkasındaki adam "İzmit'ten geldim kardeşim asgari ücretle çalışıyorum bilet alamadım ama tabi ki gerekirse kırıp turnikeyi gireceğim"diyormuş. Herifin zihniyete bak. Sen asgari ücretle niye geçinemediğinin, o para ile niye sosyalleşemediğinin cevabını ve sorgulamasını sandıkta arayacaksın benim gerizekalı yurttaşım. Gasp zihniyetiyle turnike kırıp içeri girip hayvanoğluhayvanlık etmeyeceksin! Bu ve benzeri it kopuklar da tribündeydi düşünmek lazım.. Sadece şunu açık ve net ifade edebilirim ben bu olayın fitilinin danışıklı biçimde ateşlendiğine inananlardanım O yüzden olayda parmağı olan resmi - sivil ne kadar oluşum ve birey varsa hepsinin ta amk!  Ve o bakımdan Allah belanızı versin diyorum!

Şimdi gel gelelim asıl mevzuya. Bu akşam balkonda oturuyorum aklıma yine Beşiktaş geldi. Cezalıyız malum ama hep öyle kalmayacağız. Bu ceza da bitecek nihayetinde. Nerede oynayacağız yine ses yok kardeşim?! Kasımpaşa mı? İzmit gibi laflar ediliyor bir taraftan. Olimpiyat'ta devam edilsin daha fazla başımıza iş almayalım zihniyetini savunan ve g.tünün korkusundan bunu her yerde söyleyen yönetimden bir takım dallama kişilikler de var. Ama yönetimden pek ses çıkmıyor.

Bu sene kalan maçlar Olimpiyat'ta oynanırsa kulüp bizi kazıklamış olmuyor mu? Kasımpaşa diyerek kombine satıp Olimpiyat'ı itelediler sanki ufaktan. Olimpiyat gibi 4 saatte ulaştığımız yollarda perişan olduğumuz bir yere kombineye 1.850 TL'de (öyle bir şeydi sanki tam hatırlayamadım Kasımpaşa maratondaki yerin fiyatını) para bayıldık o da iyi oldu tabi. Elde kombine nerede oynayacağız ya acaba diyerek yine bekliyoruz maymun gibi...    

Sinirliyim aslında, kafam da allak bullak. Karmaşık duygular içerisindeyim.
Ama Beşiktaş'ı özledim abi. Semti özledim. Rakısını, mezesini, kedisini, köpeğini, Dolmabahçe yolunu özledim de özledim.

Hayatımda hiçbir şeye adak adamamıştım, stadın yerine öyle göz dikti ki herkes yerine yenisi yapılsın yeminle kurban keseceğim, ihtiyaç sahiplerine dağıtacağım. Şu bir kaç hafta bana yetti. Zaten hiç yıkılmasını istemediğim, eski de olsa bizim olan İnönü'nün kıymetini tekrar tekrar anlamam için...

Bu senenin konusu belli işte, Olimpiyat'ı kilitlerlerse yol çilesi ve semte hasret.
Kasımpaşa da oynarsak Kasımpaşa sakinleri, eli palalılar ve polis ile çatışma artı yine semte hasret.

Yani her halükarda semte hasret...