21 Şubat 2016 Pazar

O 'İlk Gün'e Dair



Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki.. bazı duygular, ihtiyaçlar, davranışlar bize öyle ya da böyle kabul ettiriliyor. Dışarının baskısı olmasa bile diğer insanlara bakarak kendi davranışlarımızı dönüştürüyoruz hatta yeni davranışlarımızı inanılmaz bir hızla benimsiyor, doğal buluyoruz..

Örneğin ben artık satın aldığım bir şeye gerçekten ihtiyaç duyup duymadığımdan emin olamıyorum. En son ne zaman bir şeye gerçekten ihtiyaç duyarak satın aldım hatırlamıyorum (bu şekilde yazınca sanki dünyalara sahip kelli felli bir adammışım gibi düşünülebilir ama normal, sıradan bir adamım işte). Bizim gibiler için yeni bir telefona, kıyafete, arabaya gerçekten ihtiyaç var mı? Bilmiyorum..

Son günlerde stadın yakınlarındayken aklımdan hep bu düşünceler geçiyor. Gerçekten yeni bir stada ihtiyacımız var mıydı? "Beşiktaş'a kendine yakışan çağdaş bir stat lazım" dediler. Tribünler olası bir depreme dayanıksız mıydı, artık bizi taşımakta zorlanıyor muydu, işin matematiksel bir izahı var mı bilmiyorum. Böyle bir beyan var mıydı hatırlamıyorum da.. Tek aklımda kalan yeni bir stada ihtiyacımız olduğu. Zamanla bu söylemi ben de kabul ettim tabi. "Evet abi lazım"cılardan oldum yıkılma işi netleştikten sonra. Tek korkum aynı yere yapılmama riskiydi. Temel atıldıktan sonra aralarda gidip özellikle baktım yapılan şey bir stat mı gerçekten diye. Tribünler yavaştan belirmeye başlayınca içim rahat etti "tamam en azından semtteyiz bu iyi bir şey" demeye başladım.

Tribünlerden ayrı üçüncü sezonumuzda yeni yerimiz tamamlanmak üzere. İlk yıl 'yıkılıyor'la geçerken ikinci sene 'nasıl olsa bu sene de bitmez' demenin rahatlığıyla geçti. Rahatlığıyla diyorum çünkü bitmeyeceğinden emin olduğum sürece yeni dönemin ilk günüyle yüzleşmeyi de ötelemiş oluyordum. Fakat artık kaçacak yer kalmadı...

Alışkanlıklarımızı, tribünümüzü, semtimizi, taraftar yapımızı yeniden şekillendirecek olan bu yeni stadyuma gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını daha sert biçimde sorgulamaya başladım son dönemde. İşin açığı -başka deyimle- itiraf etmek gerekirse bu yenilikten korkuyorum.
Umduğumu, özlediğimi bulamamaktan korkuyorum. Ruhumuzu kaybetmekten korkuyorum. Bıraktığım gibi olmayacak diye korkuyorum..

Neresinden başlamak lazım bu yeni maceraya karar vermek o kadar zor ki..
Baba Evi belgeseli hep aklımın bir köşesinde oynuyor. Yıllar sonra memlekete geri dönmüş gibi olacağım belki de.. ve ben oralarda yokken memlekettekiler ne kadar değişti ben ne kadar değiştim bilmiyorum.. Birbirimize yeniden alışabilecek miyiz eskisi gibi güzel olacak mı bilmiyorum.. Bilmediğim için de korkuyorum..

O ilk açılış gününde tüm umutlar. Yeniden yeşil sahayı, tribünleri göreceğim ilk günde.
İşte o gün benim için ya 'bize şarkılar yazdıran' armayla geçecek yeni hayatımın ilk günü olacak ya da 'öylesine bir taraftara dönüştüğüm' hayatımın ilk günü..
Kapalı olmayacak, alt-üst olmayacak, eski açık olmayacak, yeni açıktan boğaz gözükmeyecek artık..
Adında bile soğuk, meymenetsiz.. ısrarla o itici saçma 'arena' lafını getirip bıçak gibi dayadılar..

Biz İnönü'yü niye yıktık bilmiyorum..
Artık yağmur yağınca kimse ıslanmayacak belki ama içinde mutlu olamazsak kuru olmak neye yarayacak bilmiyorum..

Bir derin duygusallığımız var ki; hasretle sevmek, hayale tutunmak vuslattan korkmak çizgisinde.. Sevinmek için sevmeyen bu taraftarın başına 'dönüşmüş, çağdaşlaşmış, ranta kurban gitmiş' bir tribünden daha kötü ne gelebilir..

O gün günlerden Beşiktaş olsun, o ilk gün bizim için güzel olsun..
Yeniden eskisi gibi sevebilmek için güneşli, aydınlık bir gün olsun..




Bir Elde Biramız, Bir Elde Rakımız

Sezonun son Beşiktaş maçından eve dönmüştüm. Ligin sona ermesiyle Ağustos ayına kadar hafta sonları evde olacak olmam onu sevindirdiği için yüzünde keyifli bir gülümseme vardı. O gün maçın kaç kaç bittiğini bile sormamıştı ama şampiyon olmadığımızı biliyordu. Daha Pazartesi gününden Cumartesi-Pazar için planlar yapılmaya başlamışken telefonum çaldı; "Abi maçlar İstanbul'da..."


1997'de üniversite için Eskişehir'e giderken yanımda götürdüklerimden biri de Akmar Pasajı'nın yanındaki Kadıköy Çarşısı'nın en alt katındaki spor mağazalarından birinden aldığım Milan formasıydı. O zamanlar kulüp ürünlerinin satışlarının yapıldığı mağazalar yok. Tuttuğun takımın formasını almak kolay değil. Onun yerine renkleri tutan bir yabancı takımın formasının çakması ile idare ediliyor. Beşiktaş'tan ayrı kalmak koyarken, futbolu ekranlara sığdırmakla kalamayacağım için  yıllarımı geçireceğim şehrin takımının tribünlerine karışacağımı hissederek ben de kırmızı-siyahlı formayı bavula koymuştum.

Yine azınlıktaydık kampüste. Eskişehir'in ayazında boyunlara dolanan siyah-beyazlı atkılardan tanınan Beşiktaşlılara kafamla selam verirken ilk Beşiktaş maçını tesadüfen girdiğim bir kahvede yanyana dizilmiş sandalyeler üzerinde bir elimde çay, diğeriyle sigara dumanından sebep gözlerimden süzülen yaşları sile sile izlemiştim. Çömezdim ve öğrenci mekanını bulamadığım için yerel bir kahvede nüfus kağıdında Eskişehir yazanlarla izliyordum maçı. Yediğimiz bir gol sonrası ağladığımı düşünerek bana dönüp "Üzülme delikanlı, futbol bu. Bak biz nerelere düştük ama yine fırtına gibi eseceğiz ve bir gün döneceğiz bu lige" demişti biri.

Daha sonraları az da olsa Beşiktaşlılarla izleyebileceğim yerleri keşfettim. Daha çok Beşiktaşlı ile tanıştım. Hatta üçüncü sınıfta grup kurarak İstanbul'a ve diğer illere otobüs bile kaldırmaya başlamıştık. Bir yandan Beşiktaş'ı kovalarken, öğrencilik ve maddiyat sebebiyle sürekli gidemediğimden , yeşil çimler ve tribünlere olan  hasretimi dindirmek için de Eskişehir Atatürk Stadı'nda alıyordum soluğu. Kabak çekirdeğimi kendim getirerek, gazete kağıdından şapka yapan amcaların, kıçının altına koyacağı minderi kolunun altında taşıyanların, maç başlayana kadar yanında çocuğunu uyutanların arasında, açık tribünde maçları izlerken gözlerim hep karşı kapalı tribünlerde yer alan bir avuç güruhtaydı. Tüm tezahürat oradan çıkıyor ve kendine özgü besteleriyle fark yaratıyorlardı.

Gel zaman git zaman o güruha ben de dahil oldum. Bir çok arkadaşlık kurdum ve ne sezon açılışlarında pankart bağlamışlığım, ne Kızılcıklı Caddesi'ne bayrak asmalarım kaldı. Beşiktaşlıydım onların arasında ama tribünü seviyorduk hepimiz. Siyahın yanına beyazı koyarken ben, kırmızıydı onların kalplerine giden yollar. Takım çok kötüydü. Maça gelen yoktu. 'Çay parasına bilet' başlığıyla tribüne çağrıda bulunuyordu yerel basın. Belki de işte tam bu zamanda katılıdığım için aralarına en sevdalıları, en delikanlılarıyla tanılmıştım hep. "Arkanızda biz varız, biz taraftarlar. Bitsin artık bu hasret, gelsin başarılar" derken neredeyse Süper Lig'den, bir alt lige, oradan da ikinci lige düşen takım bulunduğu gruptan da aşağılara gidecekti. Gitmedi. Petrolofisi'ni güçlükle yenerek kümede kaldı. Yaşı yeten hangi EsEsli'ye sorsanız Haydar'ın son dakikalarda attığı o günkü golü unutamaz.

Okul biraz geç bittiği için dönem arkadaşlarımı ben uğurlamışken, beni de Eskişehirli bir kardeşim uğurladı terminalden. O şehri, takımını ve tribününü çok sevmiştim. İstanbul'a döndükten sonra da Güngören, Beylerbeyi, Kartal, Maltepe semtlerindeki tribünlerde buluştuk hep onlarla. O dönemki adıyla Bank Asya Ligi'ne çıkışlarıyla da hayaller ümide dönüştü Süper Lig için. İşte o telefon da bu ümidi taşıyanlardan birinin sesiydi. Play-Off maçlarının İstanbul'da olacağını müjdelemek için aramıştı. Yarı final maçı Cuma akşamı Diyarbakır'laydı ve İnönü'deydi.

İşten eve gelip yemeğe oturduk. "Cuma akşamı maça gideceğim" dedim. Anlamsız bir bakışın ardından anlamlı bir soru geldi; "Hani sezon bitmişti?!". Eskişehir'in maçı olduğunu söyleyip detay vermedim. Çünkü her kupa maçına gidişimde şakayla karışık "İnşallah elenirsiniz de bir de hafta içi maçları devam etmez" derdi. Şimdi bunun yarı final olduğunu söylesem koca şehre yazık. Gittik, yedik içtik, hasret giderdik, maçı da aldık döndük eve gecenin bir yarısı. Hanım uyumuştu. Sabah kahvaltısında günü ve yarını planlamaya başlarken ben yine o sihirli cümleyle kesmek zorunda kaldım; "Yarın maça gideceğim"... Anlamsız bakışlara kısa bir sessizlik eşlik ettikten sonra soru da gelmedi peşine. Ben durumu açıklamaya çalıştım; "O yarı finaldi, EsEs kazandı. Yarınki final. Bu sefer gerçekten son" dedikten sonra o sadece "Ne diyeyim ki?" diyebilmişti. Bir kaç dakika sonra farkındalık arttı ve can alıcı soru deldi böğrümü; "Bir dakka, bir dakka... Şimdi bu finalse, bunu kazanınca seneye Fener'le, Galatasaray'la olan maçlarına da mı gideceksin???".

 Gittim. Hayatımda ilk kez İnönü Stadı'nda üç günde iki kere maça gittim. Final maçında yılların pekiştirdiği dostluklar arasında kucaklaşmalarla sevinçlerine ortak oldum. Ertesi senlerdeki Kadıköy ve Samiyen deplasmanlarına gittim. Mezuniyetten altı sene sonra Beşiktaş maçı için Eskişehir'e gittim. Bu Pasolig belası çıkana kadar hep bir vesile ile yer aldım Eskişehirli dostlarımın yanında. Şimdilerde uzaktan bakar olduk. Futbolu masa başından, dev ekranlardan değil, gönülden ve tribünden seven şehirlerin takımlarını Süper Lig'e beklerken, lig sonunda belki de Eskişehir'i tekrar ait olmadığı yere uğurlayacak olmak hiç de kabul edilebilir bir durum değil.


'Eskişehir'de oruç dışında sadece Eskişehirspor tutulur' yazıyordu bir yerde. Ülke genelinde Trabzon ve Eskişehir dışında yaşadığı şehrin takımının taraftar sayısı İstanbul takımlarından çok olan başka bir şehir çıkmamış. Alt liglerde hep Göztepe-Karşıyaka seyirci rekoru konuşulur da EsEs'in Afyon'a çıkartması bilinmez herkes tarafından. Uzak geçmişi başarılar yakın geçmişi sıkıntılarla dolu bu şehrin takımı tekrardan o sıkıntılara düşerek sevenlerini alkole verdirecek mi göreceğiz ama temennimiz keyiften içip şarkılara eşlik etmek, yine onlarla birlikte tabi; "Bir elde biramız, bir elde rakımız, kıyak olacak o gece kafamız".