19 Aralık 2015 Cumartesi

Şampiyon Olsana Yine

Evet şampiyonluklara bağlı değil takıma olan sevgimiz. Bunu hemen hemen her bestenin kıyısında köşesinde dile getirerek tümevarımda 'sevinmek için sevmediğimiz' gerçeğini pekiştiriyoruz. Lafta da kalmıyor bu söylemimiz gerçekten seviyoruz iliklerimize kadar. Yenilince, kaybedince biraz duraksıyoruz ama sonra "Siyah ulan!" diye haykırıyoruz. Beyazı bulana kadar da sevdanın peşinden koşar adım yürüyoruz hep beraber.

Beşiktaş değişik bir takım. Renklerinden midir bilmem, aşkından göğe ulaştırırken, derdinden de yerin dibine sokuyor adamı. Üstünkörü bakıp geçemiyorsun. Ekranın sağ üst köşesinde yazan bir skordan öte alnımıza yazılan bir yazı gibi. Epeydir işler iyi gitmiyordu. Çocukluğumuza denk gelen şampiyonluklar sonrasında uzunca yıllar beklemek zorunda kaldık o kupanın bizimkilerin ellerinde yükselmesi için. Hep biz baktık, ellerin oldu o kupa. Biz de umursamadık; "Bana ne abi, en büyük Beşiktaş!" dedik,çıktık işin içinden. Kaybetmeye de alışmıştık, "Şampiyon olmasan bile, seveceğiz seni yine de", "Ne fark eder Kartal, sen her gün yenilsen", "Sen yenilmişsin umrumda değil ki", "Ömrümüz hep kış oldu, görmedik hiç bahar" besteleri ile sezonu geçirip "Bitmesin dertler" ile final yapıyorduk. Şampiyonluk türküleri bestelenemeden yeni sezona bir başka hasret türküsü ile merhaba diyorduk.

Eskilere çok takılan bir adamım. Yaş geçtikçe daha da takılı kalıyor insan. Dönüp duruyorum hatıralarımda. Ne kaydı var ne kuydu. O zamanlar tribün videoları yok ortalarda dolaşan. Zihnimin kuytu köşelerinde arıyorum her birini. Bir besteyi ezberlemek için radyoya yapışıyor, spikerin sessiz kalması için dua ediyordum. Tam çözemediğim kısmında "orta sahanın rakip yarı alanına bakan diliminde..." diye başlıyordu Ohan Ayhan. Maçlarda 'önce dinle' şeklinde yayılıyordu tezahüratlar ve tekrar izle butonu yok ortada. Kaptın kaptın. İşte o dönemlerde en bilindik ve klasikleşmiş şekliyle "Ne Fener, ne Cim Bom Bom, ne de Trabzon. Bu sene sensin şampiyon" tezahüratı alır götürürdü maçları. İş zora girdi mi "Haydi bastır şanlı Kara Kartal, taraftarın her zaman seninle" diye varlığını hissettirirdi tribün. "Oley! Oley! Haydi haydi gol.." ile coşku verilir, maç giderse anca hakemin bitiş düdüğüyle mağlubiyet kabullenilir ve takım bağırlara basılırdı; "Yenilsen de yensen de taraftarın senle!". Bak onda bile fifty fifty. Kaybetmek ve kazanmak aynı cümle içinde. Bardağın hangi tarafına bakacağını sen seç diyor.

Uzun lafın kısası şampiyonluk yolunda tribünlerin de pozitif enerjiyle sahaya yansıyan bestelere dönmesi gerektiğini düşünüyorum ben. İnanmak başarmanın yarısıdır. Geçen sene dokunacak kadar uzandığımız şampiyonluğu kendi ellerimizle verdik resmen. Bu sene takım daha iyi, daha oturaklı. Ligi koyalım diye diye, kulvarlardan birini de terk ettik. Çifte kupa ile sezonu kapatmamız hiç de sürpriz olmaz. Tıpkı şampiyonluktan koptuğumuz zamanlarda on puan geri düşmemiz gibi. Beşiktaş bu. Ben bu takımın hak ettiğine ve sezon sonunda hak ederek şampiyon olacağına inanıyorum. Varsın olsun bir kenarda beklesin keder. Biz biraz çalıp oynayacağız bu sene. O zaman haydı Beşiktaş; şampiyon olsana yine, seveceğiz seni yine de...

24 Kasım 2015 Salı

Söylesene Bize Hocam

Mustafa Denizli yeniden Galatasaray'ın teknik direktörü oldu. Türk futbolunda hem Milli Takım hem de klüpler bazında görev alarak herkesin hafızasında, kimilerinin de gönlünde yer etmiş bir isim. Beşiktaşlılığıyla bilinen ve Beşiktaş'ı son şampiyon yapan hoca. Üç kulüpte şampiyonluk yaşayan tek spor adamı. Bildiğim kadarıyla üç kez de nikah masasına oturan gönül adamı. Farklı kişiliği, İzmirliliği, tarihe geçen sözleriyle hep kendine ayrı bir yer edinmiş isim.

Galatasaray'ın 'Büyük Mustafa'sı, Fener'in "Mustafa Denizli, şampiyon yap bizi"si, Beşiktaş'ın "Söylesene bize hocam, takım niye oynamıyor"u... Fotospor'un 'Dürülülü Mustafa'sı, Milli Takım'ın 'İçimizdeki İrlandalılar'ı da yeneni. %51 şansı her daim cebinde taşıyan, oynattığı her takıma kazanma arzusunu aşılayan, takımdaşlığa önem veren bir teknik adam. Sarı-Kırmızılılar için doğru bir seçim mi tartışlılır? Zaman gösterecek. Mustafa Hoca'nın rakibimizin başında olmasına üzülen var mıdır bilemiyorum ama kimsede bir çekince yaşatmamıştır kanımca. 2009 senesinde elinin değdiği takıma seneler sonra şampiyonluk yaşatması ve bundaki katkısı elbette reddedilemez. O sene devre arası yapılan iki transfer ve sonrasındaki değişim şampiyonluğa taşımıştı Beşiktaş'ı. İnönü'deki Galatsasaray maçı öncesinde tribüne her çağrılan futbolcu diğerleriyle el ele tutuşarak geliyordu kapalının önüne. Kim çağırılırsa çağırılsın bütün takım geliyordu hep beraber. İşte o an şampiyonluk da geliyordu. İnanmak başarmanın %51'i oluyordu.

Kötü günler de yaşadı elbette. Bir milli maç sonrasında stat içinde, üstelik Beşiktaş'ın eski amigolarından Orhan'dan uçan kafa yiyerek merdivenlerden yuvarlanışının üzerinden on sekiz yıl geçse de olay dün gibi hazıfalarda. Yere yığılan Denizli, ayağa kalktıktan sonra hiç bir şey olmamış gibi gülümseyerek merdivenleri çıkmaya devam etmişti. Hayatta da hep öyle oldu onun için. Gülümseyerek devam etti yoluna. "Hocam, Ali Güneş'i çıkart, Balic'i al" diye işine karışanları elinin tersiyle iterek bildiğini okudu. Yalandan armayı öpenler gibi olmadı hiç. Tribünün önüne kadar gelip gözlerimizin içine bakarak eliyle armayı sevdi. Çalıştığı her takım için o elinden gelenin de en iyisini vermeye çalıştı hep.

14 Aralık Pazartesi akşamı Beşiktaş'ın karşısında ve Galatasaray'ın başında maça çıkacak Mustafa Denizli. Kendisine eski kulübünde açtığı bu yeni sayfada mutluluklar dileriz. Umarım maç öncesi tribünden hocaya bir vefa örneği gösterilerek alkış gelir. Maçı kopartıp da makaraya geçersek de kendisine sorarız; "Söylesene bize hocam, Burak niye hep atlıyor?"

28 Ağustos 2015 Cuma

Gaziantep Deyince Aklıma Geldi..


İnsan kuşkusuz anılarının ve duygularının bir birleşimi. Hal böyle olunca geçmişinde bir yere sahip şehirlerle de yoğun duygusal bağ içindesin, kopamıyorsun.. Yine bir Gaziantep maçı öncesi hayatının altı senesini o şehirde geçirmiş, zamanında Gaziantepspor'un teknik heyetindeki bir çalışandan dayak yemiş biri olarak (Boliç'li zamanlar oyuncuları rahatsız ediyorduk sürekli delirtmiştik adamı) bir kaç satır yazasım geldi..

Ben ilk canlı futbol maçını Gaziantep Kamil Ocak Stadyumu'nda izledim. İlk zamanlar stadyumun üstü kapalı değildi, babamın iş yeri tam stadyumun yanında (fotoğrafta da gözüküyor) olduğundan odasının penceresinden sahanın tamamı görünürdü. Bazen radyoyu kulağıma dayar buradaki pencereden maçları izlerdim. Bir gün okulda Mısır & Türkiye Ümit Milli Maçı için bilet satmaya geldiler. O zaman bizim Oktay Ümit Milli idi, bilet okulda satıldığından (eski parayla 5.000.000 TL) aklımda kalan bunun özel bir organizasyon olduğu. Babamı ankesörlü telefonla arayıp izin istemiştim biraz kem küm etti ama parayı vermeye razı oldu, izini kaptık. Benim Gaziantep'te kaldığım yıllar Metin-Ali-Feyyaz'lı şampiyonluk yıllarıydı. Fakat babam 'sorsan Beşiktaşlı' tipinde maçla alakası olmayan, televizyonda maç olsa karşısında uyuyan, "hangisi bizim takım beyazlılar mı?" diye soran bir adam olduğundan beni o dönem Gaziantep & Beşiktaş maçlarının hiçbirine götürmedi. Şehirdeki şampiyonluk kutlamalarına bile katılmadım. Hatta Beşiktaşlı alt komşu "haydi atla gidelim" dediğinde babam balkondan yok demiş elimde bayrak apartman önünde öylece kalmıştım. Bugün bile düşünürüm; acaba babam o dönemde önümüzdeki 20 yıl içinde Beşiktaş'ın üç kere daha şampiyon olacağını bilse öyle davranır mıydı? Gerçi yıl olmuş 2015 bana hala 'yine maça mı gidiyorsun bırakamadın bu işleri' diyen adam herhalde yine izin vermezdi..

Görüldüğü gibi bu işleri hala bırakamadık.. Beşiktaş, ne zaman Gaziantep ya da Eskişehir'le oynasa eskilere giderim. Bu öğleni Halil Usta'da geçirip, baklava böreği gömüp oradan maça gitmek vardı. Bu açıdan bakıldığında yurt içi deplasmanlar arasında herhalde en keyifle gidilen deplasmanlardan birisi de Antep'tir. Yensen de yenilsen de hiç olmazsa miden bayram eder iki lokma adam gibi yemek yersin.. Türk Futbolu'nun kalitesinin günden güne düştüğü günümüzde nasıl o yılların güçlü Beşiktaş'ını arıyorsam 'zor deplasman' denilen Gaziantepspor'un Celal Doğan'lı yıllarını da eminim Antepliler arıyordur. Gerçi memleketin hali ortada, artık her şeyin eski haline bir özlem var..

Çocuklar inanın, inanın çocuklar diyelim ve güzel günleri hayal edelim..

Ha bu arada maç ne oldu derseniz anlatayım; yerimizi aldık. 4-5 kişiyiz.. o yıllarda nasıl öyle bir izlenime ulaştım bilmiyorum ama tribünün bağırıp tezahürat yapıp yapmayana bilenilecek bir yer olduğuna kanaat getirmişim. Hafta içi ümit milli maçından ne beklersin? Şeref tribünü hariç boş, dolu olan yerlerin de tamamına yakını emekli, yaşlı. Biz de milleti gaza getirmeye çalışıyoruz ama ne mümkün zaten bacak kadar çocuğuz. Bu işin sonu bizim "bağırmayan taraftar s*ktirsin gitsin" diye tempo tutmamız ve arkamızdaki bir amcanın ensemize patlatmasıyla sonuçlandı. Maç 1-0 biterken golü Oktay attı diye hatırlıyorum.. Gittiğim ilk ve son milli takım maçı oldu. Milli maçların beni heyecanlandırmadığını, izlemenin bana bir şey katmadığını hissedince bir daha da gitme gereği duymadım..

En güzeli Beşiktaş!



26 Temmuz 2015 Pazar

Kim Yedi?

Akranlarımın da forma numaralarıyla tereddütsüz ezbere sayacağı tek bir kadro vardır sanırım; 1-Engin 2-Recep 3-Kadir 4-Gökhan 5-Ulvi 6-Şenol 7-Feyyaz 8-Rıza 9-Mehmet 10-Ali 11-Metin... Kadronun tam ortasındaki numaranın sahibi zaman zaman değişse de diğerleri yıllarca aynı numaralarla yan yana oynadılar ve  sırtlarında yazmayan isimleri, milyonların hem hafızalarına hem de gönüllerine kazıdılar. O zamanlar sezon başı TFF'ye forma numaraları ve karşılığındaki isimleri bildirme işleri yoktu. Maçtan önce kesinleşerek
telefona gelen kadrolar da. Sahaya konfetiler
arasında çıkan takımın kimlerden oluştuğu ancak santraya dizilerek tribünleri selamladıklarında belli oluyordu. Gözler belirli isimleri anında tanırken, bazıları sağdaki soldakilerden alınan teyitlerle oluşturuluyordu; "Yedi kim yedi?"

Forma numaraları da mevkilere göre belirlendiği için saha içindeki dizilim ve özdeşleşme de kendiliğinden
gelişiyordu haliyle. Yıllar sonra modernleşen ve endüstriyelleşen futbolda formalar da armanın  dışında daha çok reklam ve isimler barındırmaya başladı üstünde. Eskiden 'Metin'in giydiği Beşiktaş forması' diye dillendirilirken artık 'Quaresma forması geldi mi?' diye sorulduğunu dahi duyduk . Halbuki sadece tribünlerde değil, her yerde söylemişizdir aşkımızın renklere olduğunu.

İlk gelişinde ona eşi benzeri görülmemiş bir karşılama töreni düzenlenmişti. Yazın İstanbul'da kalan çoluk, çocuk, teyze, amca değil bütün Beşiktaş tribünü oradaydı resmen ve uzun zamandır bu formayla görmek istediği adama hoş geldin diyordu. Çok mutluydu tribündekiler ve beklentiyi güzel bir sezon geçirmesinden ziyade Fener'e geçirmesini dileyen tezahüratlarla iletiyordu. Herkes kadar mutlu olmayan bir kişi vardı belki de; Beşiktaş'a büyük umutlarla transfer edilen ama yaşadığı talihsiz sakatlık sebebiyle yeni sezona başlayamayacak olan Rıdvan Şimşek. Ya onayı alınarak ya da ikna edilerek giydiği yedi numaralı forma yeni transfere verilmişti. Hatta statta yapılan imza töreninde temsili bir devir teslim de yaşanmıştı. Tribünler bu forma takası esnasında çılgınca alkışlarken, yardımcı oyuncu konumundaki Rıdvan da saha içinde koltuk değnekleriyle ayakta durmaya çalışıyor, elleriyle verdiği yedi numaralı formanın karşılığında aldığı formaya bakıyordu. Yetmiş yedi yazıyordu sırtında ama renkler de göğüsteki arma da aynıydı...

Şimdi bizim deli oğlan geri döndü. Yedi numara bu sefer bir başka deli oğlanda. Karşılama töreni yok ama devir teslim töreni olacak mı bilemiyoruz. Bir sene sonra kimin Beşiktaş'ta kalacağı, kimin gideceği de belli değilken ve hatta eninde sonunda herkes bu takımın formasını terlettikten sonra gidecekken böyle numara çekişmeleri bence çok gereksiz. Kimi zaman yapılan bazı numaralı formaları emekliye ayırmanın gereksizliği gibi. Kalıcı olan armadır, ve süslediği formadır. İsimler de numaralar da onlarla anlam bulur. Şimdi Quaresma gelince kim yedi olacak sorusu cevap arıyor ama maziye dönüp baktıkça Feyyaz'dan sonra kaç tane yedi kalmış akıllarda, sayarken zorlanıyoruz. Kimsenin de hakkını yemek istemem ama yaşım icabı Feyyaz'dan sonra Ahmet Dursun'u çağrıştırır bana yedi numara. Öte yandan Dentinho da yedi idi desem kim hatırlar mesela? Ya da Amokachi izleyen izlemeyen hemen herkes tarafından bilinir ama numarası? On bir mi, on dört müydü diye sorsam?
 
Ben yıllardır aldığım formaların arkasına kendi ismimi bile yazdırmadım. Dolapta yedi numaralı bir 'Quaresma formam' yok yani. O yüzden kimin hangi numarayı giyeceğine değil, ne yiyeceğine bakarım. Numaradan ziyade formanın hakkını verip kazandıklarıyla helal mi yiyorlar yoksa Beşiktaş'ını hakkını yiyip, bizlere tırnak kendilerine de bazen küfür mü yediriyorlar. Beklentimiz siyah beyazlı formamızla yediden yetmişe güzel günler görmek elbette. Yoksa rakamların önemi yok.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Kaleden Kaleye - Şenol Güneş


01.08.1987... Yazın ortası ve futbolsuz geçen günler. Yaşım henüz on. Futbolu yeni yeni sevmeye başlıyorum çocuk akıllı. Babam Trabzonlu, ben Zeynep Kamil doğumlu Trabzonsporlu. Sevdiğim futbolu radyolardan dinliyor, gazetelerden biriktiriyor, televizyonlardan dakikalara sığdırırak izliyorum ancak. Tribünlere adım atmışlığım, yeşili görmüşlüğüm yok. Komşumuzun oğlundan ödünç aldığım bordo-mavi bir bayrak, pazardan alınma 11 numara bir forma ve anneme yalvar yakar diktirdiğim aynı renklerdeki bir süveterle yaşıyorum renklere olan aşkımı. Doğduğum yılın şampiyonu Trabzonspor, son iki yılın Galatasaray, stat Fenerbahçe.  Şenol Güneş futbola veda ediyor...

Babam elimden tutup malum köfte kokularının arasından geçirerek numaralı tribününe doğru ilerliyordu. Ben o zamanlar maraton, numaralı vs farkından çok televizyonun çektiği kısım olarak biliyorum tribünleri. Tabiatıyla Trabzon tarafına geçmek üzere muhtemelen bir bilet alarak içeriye atıyoruz adımlarımızı. Merdivenleri çıkarken artan kalp atışlarım ve zeminin yeşilini görmeye yakın artan tezahürat sesleri sanırım hayatım boyunca kulaklarımda yankılanmaya devam edecek. Santra çizgisini ortalayarak bir yere konuşlanmıştık. Sahada ısınan futbolcuları tanımam güç olsa da jübilesi olan Şenol Güneş tek seçebildiğim isimdi. Tek tek tribünleri dolaşırken, rakip siyah-beyazlılar da onu alkışlıyordu.
Rakip dediğim de Şenol Güneş'in, adına jübile denilen bu dostluk maçına çıkan Beşiktaş'tan başkası değildi. Tribün hayatımın ilk tezahüratı "Hamdi buraya, yumruk havaya" olurken, yaratıcılıktan uzak Trabzonspor taraftarı karşısında hemen yan tarafımızda ve karşı çaprazımızda bulunan adamlar (o zamanlar tribündeki yaş ortalaması şimdilerin çok üstünde) oldukça renkliydi. İlk on dakika oynanan futbolu izledikten sonra 90 dakikadan saha içine ait aklımda kalan sadece iki şey olmuştu. İlki ve en etkileyicisi maçın onuncu dakikasında hakemin düdüğüyle beraber fileleri öpen Şenol Güneş'in omuzlara alınması ve sahanın ortasına inen helikopterle maçtan ayrılması idi. İkincisi de nedense benim aklımda hep Sinan Engin olarak kalan ama yıllar sonra internetteki araştımalarımda Zoran İvsic olduğunu öğrendiğim futbolcunun gördüğü kırmızı kartla oyundan atılmasıydı. Tribünlerden yükselen "Ayı Sinan!" sesleri yanlış hatırlamama sebep olsa gerek.

Maçı Beşiktaş Feyyaz'ın üç, Saffet Sancaklı'nın bir golüyle 4-1 kazanırken, Hami'nin golünü de görmek nasip olmuştu ilk maçımda. Ben alınan mağlubiyetten çok Şenol Güneş'in duygusal vedasına hüzünlenirken, maçtan çok seyrettiğim yan tribündeki coşku ve yaşadığım duygu karışıklığı ile stattan ayrılmıştık...

Babamla bir iki Trabzon maçına daha gittikten sonra ısrarlarım sonucu yine aynı statta ve yine yanlış (!) tarafta Fenerbahçe-Beşiktaş maçı daha izlemiştim. Bu defa maraton tribünden izliyordum Beşiktaş'ı ve Beşiktaşlıları yandan yandan. Ferdinand'ın golüyle sevince boğulan binlerce renktaşıma son kez uzaktan bakışımdı bu maç. Trabzon sevgisini ayrı bir yere koyarak sevdamın adını koymanın vakti gelmişti adam akıllı. Bu yüzdendir ki tek yapamadığım tezahürattır "Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur!"...

Seneler içinde örgü ipler, bayraklar, atkılar, şapkalar, formalar, kombineler, üyelikler vs derken hayatımızın orta yerine, gönlümüzün baş köşesine oturdu Beşiktaş. Çok sevdiğimiz futbolu oynarken de izlerken de üzerimizde, dilimizde defalarca döndü durdu. Sevindirdi, üzdü, yordu ama hiç sönmedi sevdasının ateşi.

Son iki senedir sistemin dayatmasını kabullenemeyişimizden ötürü uzak kaldık tribünlerden. Özledik deli gibi ama o eski günlerin tadı da kaybolmuştu gitgide. Tek tük gittiğimizde içlerinde ama kenarda köşede izledik maçı da olan biteni de.  Yaşımız mı geçiyor yoksa her şey gibi bu da değişiyor ve biz mi alışamıyoruz bilmiyorum.

Ben Beşiktaş tarihinin en başarılı teknik adamlarından birini Rasim Kara sayarım. Malesef ülkemizde de prim yapan başarının tek bir ölçüyle değerlendirilmesi futbol içinde geçerli. 1996'da Milli Takım düzeyinde yakalanan başarı sonrası Fatih Terim Galatasaray'ın , Rasim Kara da bizim takımın başına geçti. Beşiktaş lig tarihindeki en golcü sezonunu onunla yaşarken, Avrupa Kupalarında da turları bir bir atlamıştı. Oynattığı futbol hem göze hoş geliyordu hem de sonuca gidiyordu. Başarı şampiyonluk ise sabredilmeliydi ama olmadı. Kendisi kalecilik, teknik adamlık kariyerlerinden sonra son mali kurul da divan üyesi olarak kürsünün arkasındaki masada yer alarak Beşiktaş'ımıza hizmet etmeye devam ediyor sessiz sedasız. Sessiz sedasız adamların başarısı da konuşulmuyor maalesef. Sesi çıkanların başarısı göz önünde oluyor. Şenol Güneş de bunun en dikkat çekici örneklerinden. Final kazanamayan hoca olarak anılıyor kimilerince ama kimse kimlere final oynattığından bahsetmiyor. Karizması yok denilerek eleştiriliyor ama egosu dağları aşanlar karşısında düğmeler ilikleniyor. Konuşması, lehçesi belki eleştiriliyor ama kelimelerinin yan yana gelerek oluşturduklarını irdeleyenler yok. Yaptırdığı transferler beğenilmiyor ama yoktan var ettiği isimler göz ardı ediliyor. Kendisinin en güzel sözlerinden biri de "Bizim zamanımızda açlar oynar, toklar seyrederdi, şimdi toklar oynuyor açlar seyrediyor". Tok adama top oynatmak zor iş. Bunu becerebilen adamdır Şenol Güneş. Maddiyata önem vermediğine inanırım. Futbolu sevdiğini hissederim. Dürüstlüğüne gönlümce kefilim. Gelgelelim efsane başkanımız, rahmetli Süleyman Seba'nın söylediği "iyi insan olmadan iyi Beşiktaşlı olunamayacağı gibi, iyi insan olmanın da iyi teknik direktör olmaya yetmeyeceğinin aşikar olduğunu gördük geçen sezon. Severek ayrıldık Bilic'le. Şimdi adamlığıyla Beşiktaşlılığa yakışacak olan bir hocamız var. Trabzonlu doğdu Beşiktaşlı oldu. Başarılı olacak mı bekleyip göreceğiz. Ben futbolun kaleden kaleye taktiksel olarak daha iyi çözüleceğini düşünenlerdenim. Oynarken oyunun izlenebildiği tek mevkidir kale. Şenol Güneş hem kendi şanssızlığını kıracak hem de Beşiktaş'ın son yıllarda alışılagelmiş üçüncülük sendromunu sonlandıracak kişi olacaktır. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın sansasyonel transferleri karşısında sessiz kalan Beşiktaş'a eminim ki kimse bu şansı vermiyor şu anda.

Kaleden kaleye topu sürmek zordur. Tek vuruşla kaleye ulaştırmak da o kadar kolay değildir. Her ne olursa olsun iş, topun o kaleye girmesiyle sonuçlanır. Kaleyi bilen kaleyi fetheder.



28 Mayıs 2015 Perşembe

UEFA Avrupa Ligi ve UEFA Kupası Forma Sponsorları

UEFA Avrupa Ligi'nin sahibi dün gece belli oldu. Geçmişten günümüze takımlarla bu sevinci yaşayan markalar da var. Çoğu zaman o tarihi karelerin de aktörleri arasında yer alıyor markalar. Geçmişe de yolculuk oluyor. Güzel oluyor bu tarz araştırma işleri. Zevk almadığı işi yapmamalı insan. Vaktimiz olsa da futbolun bakir kalan bu tarafıyla daha çok ilgilenebilsek.

Görünce en çok etkilendiğim marka nedense Parmalat ve Mars oldu. Diğerleri pek bir anlam ifade etmedi. Parmalat iki farklı takımla UEFA Kupası ve UEFA Avrupa Ligi'ni alan tek marka. Diğer taraftan da en çok bu kupaya uzanan kendileri olmuş.

1983 yılında kupayı alan Anderlecht'in logosu -yukarıdaki forma Anderlecht'in 1983 yılında kupaya uzandığı forma, forma üzerindeki logo hangi markaya ait anlayamadım- dışında es geçilen bir marka yok. Bilen olursa ona bir adet atkı hediye edeceğim.

Edit: Osman Turan yorum kısmına süzme bilgiyi bırakmış. Çok teşekkürler.