01.08.1987... Yazın ortası ve futbolsuz geçen günler. Yaşım henüz on. Futbolu yeni yeni sevmeye başlıyorum çocuk akıllı. Babam Trabzonlu, ben Zeynep Kamil doğumlu Trabzonsporlu. Sevdiğim futbolu radyolardan dinliyor, gazetelerden biriktiriyor, televizyonlardan dakikalara sığdırırak izliyorum ancak. Tribünlere adım atmışlığım, yeşili görmüşlüğüm yok. Komşumuzun oğlundan ödünç aldığım bordo-mavi bir bayrak, pazardan alınma 11 numara bir forma ve anneme yalvar yakar diktirdiğim aynı renklerdeki bir süveterle yaşıyorum renklere olan aşkımı. Doğduğum yılın şampiyonu Trabzonspor, son iki yılın Galatasaray, stat Fenerbahçe. Şenol Güneş futbola veda ediyor...
Babam elimden tutup malum köfte kokularının arasından geçirerek numaralı tribününe doğru ilerliyordu. Ben o zamanlar maraton, numaralı vs farkından çok televizyonun çektiği kısım olarak biliyorum tribünleri. Tabiatıyla Trabzon tarafına geçmek üzere muhtemelen bir bilet alarak içeriye atıyoruz adımlarımızı. Merdivenleri çıkarken artan kalp atışlarım ve zeminin yeşilini görmeye yakın artan tezahürat sesleri sanırım hayatım boyunca kulaklarımda yankılanmaya devam edecek. Santra çizgisini ortalayarak bir yere konuşlanmıştık. Sahada ısınan futbolcuları tanımam güç olsa da jübilesi olan Şenol Güneş tek seçebildiğim isimdi. Tek tek tribünleri dolaşırken, rakip siyah-beyazlılar da onu alkışlıyordu.
Rakip dediğim de Şenol Güneş'in, adına jübile denilen bu dostluk maçına çıkan Beşiktaş'tan başkası değildi. Tribün hayatımın ilk tezahüratı "Hamdi buraya, yumruk havaya" olurken, yaratıcılıktan uzak Trabzonspor taraftarı karşısında hemen yan tarafımızda ve karşı çaprazımızda bulunan adamlar (o zamanlar tribündeki yaş ortalaması şimdilerin çok üstünde) oldukça renkliydi. İlk on dakika oynanan futbolu izledikten sonra 90 dakikadan saha içine ait aklımda kalan sadece iki şey olmuştu. İlki ve en etkileyicisi maçın onuncu dakikasında hakemin düdüğüyle beraber fileleri öpen Şenol Güneş'in omuzlara alınması ve sahanın ortasına inen helikopterle maçtan ayrılması idi. İkincisi de nedense benim aklımda hep Sinan Engin olarak kalan ama yıllar sonra internetteki araştımalarımda Zoran İvsic olduğunu öğrendiğim futbolcunun gördüğü kırmızı kartla oyundan atılmasıydı. Tribünlerden yükselen "Ayı Sinan!" sesleri yanlış hatırlamama sebep olsa gerek.
Maçı Beşiktaş Feyyaz'ın üç, Saffet Sancaklı'nın bir golüyle 4-1 kazanırken, Hami'nin golünü de görmek nasip olmuştu ilk maçımda. Ben alınan mağlubiyetten çok Şenol Güneş'in duygusal vedasına hüzünlenirken, maçtan çok seyrettiğim yan tribündeki coşku ve yaşadığım duygu karışıklığı ile stattan ayrılmıştık...
Babamla bir iki Trabzon maçına daha gittikten sonra ısrarlarım sonucu yine aynı statta ve yine yanlış (!) tarafta Fenerbahçe-Beşiktaş maçı daha izlemiştim. Bu defa maraton tribünden izliyordum Beşiktaş'ı ve Beşiktaşlıları yandan yandan. Ferdinand'ın golüyle sevince boğulan binlerce renktaşıma son kez uzaktan bakışımdı bu maç. Trabzon sevgisini ayrı bir yere koyarak sevdamın adını koymanın vakti gelmişti adam akıllı. Bu yüzdendir ki tek yapamadığım tezahürattır "Beşiktaşlı olunmaz, Beşiktaşlı doğulur!"...
Seneler içinde örgü ipler, bayraklar, atkılar, şapkalar, formalar, kombineler, üyelikler vs derken hayatımızın orta yerine, gönlümüzün baş köşesine oturdu Beşiktaş. Çok sevdiğimiz futbolu oynarken de izlerken de üzerimizde, dilimizde defalarca döndü durdu. Sevindirdi, üzdü, yordu ama hiç sönmedi sevdasının ateşi.
Son iki senedir sistemin dayatmasını kabullenemeyişimizden ötürü uzak kaldık tribünlerden. Özledik deli gibi ama o eski günlerin tadı da kaybolmuştu gitgide. Tek tük gittiğimizde içlerinde ama kenarda köşede izledik maçı da olan biteni de. Yaşımız mı geçiyor yoksa her şey gibi bu da değişiyor ve biz mi alışamıyoruz bilmiyorum.
Ben Beşiktaş tarihinin en başarılı teknik adamlarından birini Rasim Kara sayarım. Malesef ülkemizde de prim yapan başarının tek bir ölçüyle değerlendirilmesi futbol içinde geçerli. 1996'da Milli Takım düzeyinde yakalanan başarı sonrası Fatih Terim Galatasaray'ın , Rasim Kara da bizim takımın başına geçti. Beşiktaş lig tarihindeki en golcü sezonunu onunla yaşarken, Avrupa Kupalarında da turları bir bir atlamıştı. Oynattığı futbol hem göze hoş geliyordu hem de sonuca gidiyordu. Başarı şampiyonluk ise sabredilmeliydi ama olmadı. Kendisi kalecilik, teknik adamlık kariyerlerinden sonra son mali kurul da divan üyesi olarak kürsünün arkasındaki masada yer alarak Beşiktaş'ımıza hizmet etmeye devam ediyor sessiz sedasız. Sessiz sedasız adamların başarısı da konuşulmuyor maalesef. Sesi çıkanların başarısı göz önünde oluyor. Şenol Güneş de bunun en dikkat çekici örneklerinden. Final kazanamayan hoca olarak anılıyor kimilerince ama kimse kimlere final oynattığından bahsetmiyor. Karizması yok denilerek eleştiriliyor ama egosu dağları aşanlar karşısında düğmeler ilikleniyor. Konuşması, lehçesi belki eleştiriliyor ama kelimelerinin yan yana gelerek oluşturduklarını irdeleyenler yok. Yaptırdığı transferler beğenilmiyor ama yoktan var ettiği isimler göz ardı ediliyor. Kendisinin en güzel sözlerinden biri de "Bizim zamanımızda açlar oynar, toklar seyrederdi, şimdi toklar oynuyor açlar seyrediyor". Tok adama top oynatmak zor iş. Bunu becerebilen adamdır Şenol Güneş. Maddiyata önem vermediğine inanırım. Futbolu sevdiğini hissederim. Dürüstlüğüne gönlümce kefilim. Gelgelelim efsane başkanımız, rahmetli Süleyman Seba'nın söylediği "iyi insan olmadan iyi Beşiktaşlı olunamayacağı gibi, iyi insan olmanın da iyi teknik direktör olmaya yetmeyeceğinin aşikar olduğunu gördük geçen sezon. Severek ayrıldık Bilic'le. Şimdi adamlığıyla Beşiktaşlılığa yakışacak olan bir hocamız var. Trabzonlu doğdu Beşiktaşlı oldu. Başarılı olacak mı bekleyip göreceğiz. Ben futbolun kaleden kaleye taktiksel olarak daha iyi çözüleceğini düşünenlerdenim. Oynarken oyunun izlenebildiği tek mevkidir kale. Şenol Güneş hem kendi şanssızlığını kıracak hem de Beşiktaş'ın son yıllarda alışılagelmiş üçüncülük sendromunu sonlandıracak kişi olacaktır. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın sansasyonel transferleri karşısında sessiz kalan Beşiktaş'a eminim ki kimse bu şansı vermiyor şu anda.
Kaleden kaleye topu sürmek zordur. Tek vuruşla kaleye ulaştırmak da o kadar kolay değildir. Her ne olursa olsun iş, topun o kaleye girmesiyle sonuçlanır. Kaleyi bilen kaleyi fetheder.