23 Aralık 2012 Pazar
Lale
Aslında küfrederek başlamak istiyorum ama şimdi durduk yerde ağzımı bozmayayım. Daha efendi bir biçimde eleştireceğim mecburen.
Çok oldu buraya yazmayalı. Arkadaşlar da sağ olsunlar dürttüler bir iki satır da sen yaz çok boşladık diye, haklılar yazayım yazmasına da yine sinirden öleceğim!
Uzun zamandır kulübün Beşiktaş'ta açtığı (Şampiyon Kokoreç'in eski binası) Kartal Yuvası'na gitmek istiyordum. Maç günleri oldukça kalabalık oluyordu bir türlü girememiştim, dün müsait bir zamanda gezme imkanı buldum. Beşiktaş'ın içerisine korsan ürünlerin de satışını kesmek için bir Kartal Yuvası açılmalıydı bu girişimi sonuna kadar destekliyorum. Keşke bu bina seçilmeseydi ama herhalde başka yer bulamadılar. Çok dar ve metrekare olarak küçük katlardan oluşan bir mağaza. Aynı katta on tane taraftar olsa alışveriş yapmakta zorlanır. Hiç olmamasından tabi ki iyidir ama keşke daha büyük bir alanda olabilseydi. Şimdinin HSBC binası olan Maçka yokuşunun tam köşesindeki mekan olabilseydi muazzam olurdu. Ama olmamış ne yapalım. Buna da şükür...
Gelelim yukarıdaki fotoğrafın ne anlama geldiğine...
Belki bazı arkadaşlarımız Kartal Yuvaları'ndaki yeni ürünleri görmüştür. Rakiplerin özellikle Fenerbahçe'nin Fenerium'lardaki başarısını hep konuşuruz. Günlük hayatta giyilebilecek ürünleri olduğu için takımımızda da bu tarz ürünler olması gerektiğini burada çok yazdık çizdik. Keza taraftarlarımız da her ortamda bunu belirtirler. Kulübe de bu konu ile ilgili olarak çok talep gidiyordu demek ki günlük hayatta giyilmesi için yeni trikolar ve kıyafetler üretmişler. Bu ürünlerin üzerine de klasik Beşiktaş logosu, kartallı arma veya 1903 yazmak yerine yeni bir logo tasarımı yapalım demişler.
Buraya kadar sorun yok, bu görüşü ben de destekliyorum.
Gelelim probleme, işte yukarıdaki fotoğraf bu yeni logo!
Allah rızası için söyleyin bunun kartalla uzaktan yakından alakası var mı????
Bildiğin lale ulan bu!
Neresi kartal neresi kanat?!
Zaten bir işi sonuna kadar götürüp sonunda s.çmak, "sizin yapacağınız işi s.keyim" dedirtmek bize özgü bir olay.
Kartal Yuvası'nda ürünü elime aldım, ne kadar müşteri/taraftar varsa hepsine tek tek sordum bu logo neyi çağrıştırıyor diye hepsi -istisnasız- lale diye cevap verdi. Eminim bir anketör tutsak il il gezsek %90 aynı cevabı alırız sorduğumuz insanlardan.
Bir tarz yakalayalım diyerek iyi niyetle çalışıyor olabilirler ama sonuç bana göre tam bir fiyasko. Çünkü bunların anlamadığı bir durum var; biz taraftarlar olarak günlük hayatta kullanabileceğimiz ürünlerimiz olsun ama bu ürünlere yine de dışarıdan birisi baktığında Beşiktaş'a ait ürünler olduğunu anlasınlar istiyoruz. Bunun için yaptığınız logoda bu unsuru atlayamazsınız. O zaman hiç logo koymayın kardeşim! Düz siyah, beyaz, gri tonlarını kullanın gelip oradan ihtiyacımıza göre alışveriş yapalım.
Ben şimdi bu ürünü alıp niye giyeyim??
Bunun ne olduğu belli olmuyor ki!
Benim Beşiktaşlı olduğum belli olmuyor ki!
Benim kulübe destek olmak için Kartal Yuvası'ndan alışveriş yaptığım, hayatımın her anında Beşiktaş'ı yaşamak için bu ürünleri kullandığım belli olmuyor ki!
Bu ürünü kullandığım zaman Beşiktaşlı olduğumu hissedemem ki!
Ancak 'lale' olduğumu hissederim...
Arkadaş ben size ne diyeyim!
22 Aralık 2012 Cumartesi
Şimdi Bana Kaybolan Puanlarımı Verseler
Dondurucu soğukta yine (!) bir Cuma akşamı semtte ve Dolmabahçe'den stada doğru yürürken sarıp sarmalanan insanların simalarını seçmekte zorlandık epey. Senenin son maçının bazı inanışlara göre dünyanın son gününe denk gelmesi de manidar olmuştu. Şirince yerine tribünde olmayı yeğleyen binlerce renktaşımızla beraber haykırıyorduk karlı gökyüzüne; "Bekçisiyiz kopsa kıyamet, siyah-beyaz bize emanet!"
Emanetçi sayısı oldukça az olsa da esas sıkıntı üç tribünden farklı tezahüratların yükselmesi ve gelenlerin destek vermek yerine sanki ısınmak amacıyla bağırıp zıplamasıydı. Sahada da üşümek ve puan kaybetmek istemeyen bir Beşiktaş vardı. Öyle hızlı çıkıyor ki takım, tutabilene aşkolsun. Nitekim ilk gol de hızlı gelişen bir atak sonrasında fedakar Holosko'nun ayağından geldi. Gecikmeyen ikinci gol devreye avantajlı girmemizi sağlasa da geçmişi bilen kimsenin içi rahat etmiyordu. Neredeyse her maç gol yediğimizi düşününce ikinci yarının neler getireceğini kestirmek de pek kolay değildi.
Takımın mücadelesi, hücumdaki yaratıcılığı tatminkar olsa da golü bulma becerisi yüksek yüzdelerde olan oyuncu sayısının azlığıydı bize sıkıntı yaşatan. Gününde olan veya şansı tutan varsa maçı kazanmamız işten bile değilken, ksımetimiz bağlandı mı olan oluyordu. İkinci yarıda golü aramaya devam ederken geride açıklar vererek önce golü yedik sonra da rakibe net pozisyonlar sunduk defalarca ama her maçta takıma daha çok uyum sağlayan İskoç kaleci McGregor buna müsade etmeyerek yaptığı kurtarışlarla içimizi ısıttı.
Günün sonunda ne kıyamet koptu ne de Beşiktaş zirveden. Bir aylık arada yerinde iki transfer yapılırsa ki bunlardan birinin yüzümüzü güldürecek bir forvet olması şart, bu takım şu haliyle şampiyonluğa oynadığı ligde hiç beklenmedik bir sezonda mutlu sona ulaşabilir. Yüzümüzü güldüren forvet demişken; maçın başında eski dost Bobo da es geçilmedi elbette. İsmini bağırmak bile güzeldi. Bir dönem ekranlarda gözümüzü okşayan forvet olarak tarihe geçen Prosinecki'yi de yakından görmek hoş oldu. Maçın tek nahoşluğu son dakikalarda (belki önce de vardı, benim dikkatimi çekmemişti) kapalı tribünün alt kısmında bir Beşiktaş taraftarının elinde salladığı Shalke amblemli bayraktı. Zaten maçın içinde zaman zaman kulakları çınlatılmıştı. Avrupa'da karşılaşacakları rakibin üzerinden gönderme yapmanın bence bir manası yok ve tribün kültürü açısından da bunun artık basit bir hareket olduğunu düşünüyorum. Hatta ve hatta eğer olaya sadece Beşiktaş milliyetçiliği gibi bir yaklaşımla bakacak olursak bile turu geçmelerini isterim. Maç trafiğinden dolayı ligde önümüz açılır ne güzel.
Halamın bıyıkları şeklinde hesap yapmayı hiç sevmem aslında ama gel de son dakilarda haybeden verilen penaltı, kaçan yüzde yüzlük gol ve yenilen saçma goller sebebiyle giden puanlara yanma.
15 Aralık 2012 Cumartesi
İstemek Yetmiyor Bazen
Maç sonu röportajlarında kaybeden tarafın ağzından sıkça duyduğumuz bir açıklamadır; "Onlar daha çok istediler ve kazandılar". Bu akşam da Beşiktaş için rakibinden daha çok kazanmayı istediği bir maç oldu. Geriden gelerek kazanabileceği bir maçtı ama bir bölümü rakibin üstünlüğüyle geçen bu doksan dakikanın sonucunda puan da alınamayabilirdi. Garip ama Beşiktaş'ın maçları bu sezon neredeyse birbirinin kopyası. Koşuyor, mücadele ediyor, gol buluyor, gol yiyor ve maçı tamamlıyor. Takım Fenerbahçe maçı hariç oynadığı bütün maçları kazanmış olabilirdi. Öyle ki son dakikada yediği veya kaçırdığı goller, puan sıralamasının tepesine konuşlanmasını engelledi. Mücadele ve galibiyeti kovalama isteği, yardımlaşma ve takımdaşlık bilinci Batuhan hariç hepsine işlemiş gibi. Bu da taraftarı memnun ediyor ve üç puan alınamayan maçların sonunda bile o terli formaların içlerindekiler bağırlara basılıyor.
Yarınki derbi maçında kaybedilecek puanların zirvedeki sıralamayı etkileyeceği haftayı kayıpsız geçmek lazımdı ama olmadı. Çarşamba günü kaybedilen kupa maçının ne takım ne de tribün üzerinde olumsuz bir etki bıraktığı söylenebilir. Aksine senede bir gün izleme şansına sahip Ankaralılar ve armanın peşinden koşanların sahada koşanlara sonuna kadar destek olduğu bir tribün vardı. Takım gibi onlar da çok istediler galibiyet golünü. Soğuğa ve Almeida'nın peşi sıra kaçan gollerine rağmen hedef almadan gönül aldılar maçın sonunda; "Hep böyle oynayın, canımızı verelim!"
İki puan kaybına olan üzüntümüzü bir kenara bırakırsak günün yüzümüzü güldüren ayrıntıları; kaçan her golde tribündekiler kadar yedek kulübesindekilerin de hop oturup hop kalkması, Olcay'ın golünden sonra oynayan oynamayan oyuncuların kucaklaşması, yine Olcay'ın yürekleri ağızlara getiren sakatlık pozisyonundan ciddi bir şey olmadan sıyırmasıydı.
Şu takıma en kralından olmasa da sadrazamın sol tarafından olmayanından bir golcü alınsın, ikinci devre çok isteyip de kazanamadığımız maçları da alır yolumuza devam ederiz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)